23/09/2014 | Yazar: Ömer Akpınar

Cumartesi günü 20 yılını geride bıraktığı için torpil geçip klibimde kendi Kaos GL’mi (evet o GL ‘geğ-leğ’ diye okunuyor, ‘ciğel’ değil) oynatmaya karar veriyorum.

 
Caddelerde rüzgâr, aklımda Kaos var...
 
Sağanak yağmurlu bir İstanbul sabahına yol yorgunluğunu da ekleyince nostalji yapmak kolaylaşıyor. Cumartesi günü 20 yılını geride bıraktığı için torpil geçip klibimde kendi Kaos GL’mi (evet o GL “geğ-leğ” diye okunuyor, “ciğel” değil) oynatmaya karar veriyorum. Gelsin ilk sahne, Beşiktaş sahile vursun azgın dalgalar...
 
“Eşcinseller susmayacaklar, susmayacaklar, susmayacaklar...”
 
Evet, azgın yıllarımdı; dışarıdan bakınca sakin ve sivilceli, içeriden bakınca dili tutulmuş ama çene çalmaya pek hevesli. Pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane gibi... İçimden geçenlerin kelimeleri yoktu bende daha. Arama motoruna ne yazacağımı bilmiyordum yani. Ne yazdım onu da bilmiyorum. Gay mı yazdım, gey mi yazdım, ibne mi dedim, ne dedim hatırlamıyorum. Ama birer ikişer geldi sonuçlar. Pozitifti. Yalnız değildim.
 
Çok mu oluyoruz?
 
Cumartesi günü Kaos GL Dergisi’nin de konuşulduğu yayıncılık etkinliğinde İdil Engindeniz bu “yalnız değilmişim” hissinin pek çok kişi için ne kadar önemli olduğunu anlattı. Dergiyi almaya, alıp da kitaplığına koymaya, odasında açıp şöyle rahat rahat okumaya imkânı olmayanlar bile “ordağğğ bir dergi var uzaktağğğ, o dergi lubun dergisiğğğdir” diyerek kendilerini iyi hissederlermiş.
 
“Kuir ne ayol, veriyon geçiyon!”
 
Derginin dili gittikçe “şimdi efenim bilmemkimin şu kuramına göre” şeklinde bir dile dönüşürken Aksu Bora’nın Amargi için de düşündüğünü söylediği soru çok yerindeydi: Gündelik dil ve deneyimlerimiz ne olacak? Onlar nereye akacak? Kaos GL Dergisi Türkiye’deki LGBT ve queer çalışmaları için temel bir okuma kaynağına dönüşürken benim gibi kuramsal dilden pek hazzetmeyenler için artık “Gökkuşağı Forumu” vardı. kaosGL.org’da dilediğinizce kişisel, olabildiğince gündelik deneyimlerinizi web@kaosgl.org adresine göndererek yayınlatma şansınız vardı. Çünkü aslında hak ihlalleri ve kuramsal tartışmalar kadar trans çocuğu kendisine açılan babanın, biseksüel eşiyle mutlu bir evlilik sürdüren kocanın, okulunda ayrımcılık ve çeşitlilik konularında farkındalık yaratmaya çalışan lezbiyen bir öğretmenin ya da huzurevinde yaşayan bir geyin hikâyelerini dinlemeye ihtiyacımız var.
 
Kürt GL’siymişiz, bölücüymüşüz...
 
Kendi dilinde konuşmak, kendini kendi sözlerinle ifade etmek Zakarya Mildanoğlu’nun Ermeni yayınlarıyla ilgili yaptığı sunumunda öne çıkan temalardı. Facebook üzerinden “Kaos GL ile Ermeni yayınları ne alaka?” gibi yorumlar gelse de mesele karmaşık sayılmaz. Kendi kimliğini özgürce yaşamak isteyen ancak devletin yok etmeye çalıştığı insanların benzer hikâyeleri vardı ortada. Mildanoğlu’nun özellikle çeviri alanında anlattıkları nefretin hayatımızdan çaldıklarına dair en somut örneklerden biriydi. Kayıp pek çok Grekçe metnin Ermenice çevirilerinin hâlâ korunduğunu anlattı Mildanoğlu. Milliyetçilik ve ırkçılıkla ilgili haber/yazıların “gey sitesi”nde ne işi var yorumlarının cevabı basit aslında: Farklı baskı türleri birbirinden besleniyor, bin bir çeşit ezilenin dayanışması gibi nefret de bin bir koluyla üzerimize üzerimize geliyor.
 
Sayın Mungan, Çember şiirinizi Zürih’te yazdığınız iddiaları doğru mu?
 
Cumartesi’nin öne çıkanları arasında “Der Kreis” (Çember) adlı film gösterimi vardı. Yine orada yazının etrafında örgütlenen insanları izledik. 1942’de İsviçre’de başlayan yolculuklarındaki kaygılar ve korkular Türkiye’de de yaşanmıştı. Acaba gerçekten özgür olabilir miydik, kime güvenebilirdik, herkes bu kadar nefret doluyken mümkün müydü? Evet, mümkündü. Hayatına sahip çıktığında ve kendinden nefret etmene neden olan içselleştirmeleri birer ikişer sildiğinde özgürleşme başlıyordu.
 
Kaos, kem-küm, özgüven yapmıştım ben ama yaaa!
 
Açılış konuşmasını yapmaya pek heveslendiğim ama kekelediğim ve “Türkçe bile konuşamaz oldum, beynimdeki dil bölgesi nanay” dediğim film sonrası partide hem kendimdeki, hem de uzun zamandır tanıdığım insanlardaki özgüven artışına sevinerek dans ettim. Partilerde ayağa kalkmaya çekindiğim, biri bana bakacak da yorum yapacak diye gerildiğim zamanlarım olurdu. O yıllara kıyasla kendimi ne kadar sevdiğimi düşündükçe “erken kalk, zinde kal, hep gül, sevimli kal” diye şakıyasım geliyor. Bu kendini beğenmişlik değil, kendine değer vermek. Hislerimizi alay malzemesi edenlere, sokakta yüzümüze dik dik bakıp “bu ne la!” diyenlere “hadi ordan, siz kimsiniz, kiiim?!” demek.
 
Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar...
 
Ne var ki “elalem ne der?” daha sık kullanılan bir soru. Anneler babalar, dayılar halalar, hatta bazen dığdısının dığdısı bile bu soruyu hayatımızın merkezine taşımaya istekli olabiliyor. Yine de “elalem ne derse desin, senden kıymetli mi?” diyenler de yok değil. Böyle anne babalarla vakit geçirme şansına sahip oldum dün akşam. Kimisi duygusal, kimisi komedyen ruhlu, kimisi “zor”, kimisi sessiz. Bu güzel insanların hikâyelerini de sitemize ve dergimize taşıyacağız. Evlatlarının yanında durmayı elalemin kurabileceği her türlü cümleden daha çok önemseyen gökkuşağı ailelerinden sevmeye dair öğreneceğimiz çok şey var.
 
Seveliiim, seveliiim, seveliiim!
 
Geçen 20 yılda artık kendimizi daha fazla seviyoruz, birbirimizin mutluluğu için daha fazla çaba sarf ediyoruz. Her alanda yayılan bilgiyle birbirinden çok farklı insanlar olarak ortak noktalarda yan yana gelebiliyoruz. Yalnız olmadığımızı da, yanlış olmadığımızı da, sevildiğimizi de, sevebildiğimizi de biliyoruz. Hayatı daha güzel bir hale getirmek için adım atmış herkese borcumuz bizden sonrakilere daha da güzelini bırakmak. Mücadelemizi kutlayalım, birbirimizin yanında olalım. Nice 20 yıllara!

Etiketler:
nefret