20/04/2011 | Yazar: Gülnaz DUMAN BİLGE

Bugün, 23 Nisan’mış!..

Bugün, 23 Nisan’mış!..
Oysa, benim bildiğim 23 Nisan’da, yağmur desen ‘taş’ olur. Kalem desen; kırılır, parçaları yen içinde kalır. 23 Nisan’da yazı, mektup olur, bir cezaevinin kapısından yollanırdı. Nisan’da çocuk, olsa olsa, erken büyümüş bir yarım insandı... 

Not: Bu yazı kesinlikle bir 23 Nisan kutlaması değildir. Ama...
 
Akreb’in tuzağındaki Maxmur’lu çocuklar ile,
Taş atan, gözaltına alınan, hakaret ve küfürlere maruz kalan çocukların...
“Ne mutlu Türküm diyene” dedirtilerek, ruhuna yabancılaştırılan tüm Kürt-Laz-Ermeni çocukların,
Tecavüz ve tacize uğrayıp, beden ve ruhuna yabancılaştırılan çocukların,
Tarlada-tornada çalışan; kendini tanımadan kendine ve emeğine yabancılaştırılan emekçi çocukların,
köprü altında yaşatılan,
ve hasta... ve sakat...
 
Kısacası, Cumhuriyet’in mağduru olan tüm tutsak ve güya özgür çocukların,
 
Kısacası, çocukluğu adına ne varsa, o olmayan adlara yabancılaşan küçük-büyük tüm insanların bayramını kutluyorum.
 
Sanki, Başbakan’ın yaptığı gibi, ‘kutluyorum’ demenin bir yararı olacaksa!..
... 
gök ve yeryüzü, yüzünden utansın!
 
Oyun dendinğinde, bi devleti bilirim ben... bi de vurulmuş akran parklarını. Bank bank oturmuş düşünür, oyun adına ne varsa herşey, şimdi büyüklerin dilinden.
 
Midemde hâlâ, paslı çivilerin tetanozu. Midem artık kaldırmıyor, mazgallardan uzatılan tabakları...
böceği, çorbası, ranzası... koridoru, çarşafı, ajanı...
Midem şimdi, paslı çivilerin çürümüş tahtası...
... 
Ceylan Önkol Parkı’nı bilir misiniz? Hani, annesi eteklerinde toplamıştı, ‘park’a dönüşecek parçalarını. Hani, bixi ile, çok uzaklardan vurulmuştu... işte ben! ve işte burası!
 
Geçmişten kalan ve hâlâ müdürün, beni okuluma kabul etmeyen ‘terör damgam’dan kurtulduğumu sanalı 1 yıl oluyor. Ne yazık!: Artık oyun oynayamıyor, bir daha çocuklaşamayan kırgın duygularım.
... 
Geride kırık bir salıncak, puslu bir güneş,
hayal meyal bir neşe, acımadan ve düşünmeden ezip geçtiğim çimler,
istemeden üstüne bastığım, tek adıma denk gelmiş birkaç papatya...
ve geride, yalnız kalmış bir rüzgar bırakıyorum... Adından utansın!
 
Gölgemde, tadına bi türlü varamadığım, fırsat bulamadığım bir oyun bırakıyorum.
Sıranın bir türlü bana gelmediği, sallanan sahte mutlulukların o salıncak kuyruğunda, tam da en sonunda, niye bilmiyorum ama, benden sonrakilere bıraktığım salıncağa ve...
çekingenliğimde doyuyorum, içimdeki oynanmamış oyuna... Bu park, yaşımdan utansın!
 
Cıvıl cıvıl olamamış bir yürekle, çocukların, akranların seslerini, evime götürüyorum kulaklarımda. Kimi zaman göklere ‘oval-renkli-hafif’ balon niyetine uçurduğum ‘köşeli-gri ve ağır’ taşları, şimdi bu içime küskünlükte, ayaklarımla öteleye öteleye gidiyorum yolumda... ellerim cebimde, cebim elimde. Kumaşı, öfkemden sıktığım avuçlarımın içinde. Yüzümde, hiçbir anlam yok artık... gök ve yeryüzü, yüzünden utansın!
... 
Düşüncelerim sanki bali gibi yapışmış beynime.
Yolumdan uzun düşüncelerim, düşüncelerim yoluma fazla gelecek. Yolumu uzatıp, sokağı değiştiriyorum. Bunaldıklarım değil, yalnızca güneşin yörüngesi değişiyor... Az önce beni arkamdan takip eden gölgemi, bu kez her adımda kendi ayaklarımla eziyorum. Yoluma, ayaklarımla değil, hayallerimle dalıyorum.
 
Evin kapısından girip, açık kalmış televizyonun önüne oturuyorum. Ekran cıvıl cıvıl. Parkın, kulaklarımdan gitmemiş çocuk sesleri, ekranın sanal çocuk seslerine karışıveriyor. Ben bu odada tek başımayken, onlar ne kadar da kalabalıklaşıyor.
Bir ekran ve bin haber dolusu, rengarenk ve coşkusu yalan çocuk. Bu haber, ‘bu’ günün, çocukların bayramı olduğunu söylüyor. Bunlar, sanki başka ülkelerin değil, başka gezegenlerin çocuk tablosu.
 
Kucağımızdaki, elimizdeki, oturduğumuz o tahta tahtaravellimizdeki, sanki altında bir mıknatıs varmış gibi, demirin dengesini hep topraktan tutan, gökyüzünden yana bi türlü uçamayan, o Arşimet’in Çekim Kanunu Yasası. Çekip duruyor işte Kürt ve yoksul çocukları aşağı. Gökyüzüne umutlarımız değil, ancak taşlarımız uçuşuyor. Karşımızda, ekranların renkli çocukları.
... 
Bugün, 23 Nisan’mış!..
Oysa, benim bildiğim 23 Nisan’da, yağmur desen ‘taş’ olur. Kalem desen; kırılır, parçaları yen içinde kalır. 23 Nisan’da yazı, mektup olur, bir cezaevinin kapısından yollanırdı. Nisan’da çocuk, olsa olsa, erken büyümüş bir yarım insandı...
... 
Dedim ya, çok olmadı cezaevinden çıkalı.
Hâlâ, yaşadıklarımın bana ait olduğuna inanamıyorum.
Hâlâ, zincirleri kelepçeden örülmüş bir salıncakta, gece uykularımda sallanıyorum.
Arkamda bir polis... beni, yukarı attığım taşlar gibi; bu cezaevi salıncağında, taşlarım kadar yukarı sallıyor.
 
Ve benle birlikte havada uçarken savrulan tutanaklarından düştüğüm bu yerde, kendimi mahkemelerde bulduğumdan bu yana 1 yıl geçti.
 
Ne ezgisinin makamı, ne şiddetinin meramının geçmediği bu 1 yıl öncesinde, yine bir 23 Nisan’dı. Geçen senenin baharıydı. Benim gibi sözde salıverilmiş ve hâlâ takipte olan arkadaşlarımla, hâlâ bitmeyen mahkeme tutanaklarıyla birlikte, Adana’dan Ankara’ya, otobüsümüz yoldaydı. Niye? ‘23 Nisan’ olsun diye.
 
Okulunda, evinde; sokak oyununda, cezaevinde; parkında, rink’inde, havalandırmada, mahkemede; önümüzeki çamura ‘yardım’ diye attığı ekmeği tam kapacakken, o kalabalığın yardımsever devletinde... ve taş değil, gökten yağmur da yağsa 23 Nisan’ın bir gününde, ilk hırpalanan çocuğun değişmediği sahnede... gidip, dayağımızı yiyip... geri dönmüştük.
 
Oysa; kutladılar o 23 Nisan’ı.
Ben dayak yesem de kutladılar.
Kürt çocukları ölse de kutladılar. O gün, yüzlercemiz tutuklu olsa da kutladılar. O gün, yeni yeni Kürt çocuklarını yakalayıp, dövüp, cezaevine göndererek kutladılar. Başbakan, ben ve arkadaşlarımı, hücrede isyanlara sürükleyerek gösterdiği konukseverliğini, mecliste koltuğunu verip, sırıtarak gösteriyordu başka çocuklarla.
 
Bugün 23 Nisan değil!
Aslında yalnızca, Nisan’ın 23’üydü! 
 

Etiketler: insan hakları
İstihdam