16/12/2013 | Yazar: Selçuk Candansayar

Türkiye’de adalet aygıtı artık hukukmuş gibi yapmaya bile gerek duymuyor.

Ethem Sarısülük’ü öldürmekle yargılanan ve duruşmalara Urfa’dan katılan polisin, Ankara’da süren davasında hakim ve savcının uyuduğu belgelendi. Yetmedi, daha bu vicdansızlığın yarattığı şaşkınlık ve öfke geçmeden bu kez İzmir’de siyasi bir davanın hakiminin de uyuklayan görüntüleri ortaya çıktı. Bitmedi, avukatların anlattıklarına bakılırsa hakim ve savcıların davalarda uyumaları giderek yaygınlaşan bir hal.

Medyada, adalet nasıl olur da uyuklar temalı yazılıp çizilenler kabaca uyuklama vakalarının ‘münferit’, sorumluluğun da uyuyanlarla sınırlı olduğu yönünde. Kızan, ayıplayan, adalete olan güvenin (!) sarsılabileceğinden dem vuranlar var ama adaletin kör uykusunun nedenleri üzerine pek bir tartışma yok.

En kıytırık alacak verecek davası dahil, adaletin her davası kendi içinde hem muhatapları hem de davanın topluma vereceği mesaj açısından eşsiz önemde olmalı. Ama, Ethem Sarısülük davası gibi yargılamalar toplumun bütününü dolaysızca ilgilendiren semboller. Örneğin polisin ‘pis bir komünisti, bölücü teröristi’ kafasından vurup öldürmesini doğru ve haklı bulanlar için de önemli bu dava. Belki de çok sayıda insan sanık polisin beraat ettirilmesini umuyor, hatta belki dua ediyor!
 
Ethem Sarısülük’ün otopsisini yapan adli tıp hekimleri, mermi çekirdeğinin bedeninden çıkarılması anından kanıt kabına konup savcıya teslim edilmesine kadar her şeyi kamerayla kayda almışlar. Güvenmiyor musunuz, diye kayda karşı çıkmaya kalkan savcıya da, mesele güven değil sorumluluk; belli ki bu cinayet çok önemli tartışmalara yol açacak, hekimlik ahlakımız bunu zorunlu tutuyor, yanıtını vermişler.
 
Peki, Ethem Sarısülük davasının savcısı ve hakimlerinin sorumluluğu?
Onlardan iki temel tutum beklenebilirdi. İlkin Türkiye’de pek mümkün değil ama ‘hukukçu’ olmak ve sadece nesnel hukuki kanıtlara ve vicdanlarına dayanarak davayı sürdürmek. İkincileyin Türkiye’de daha yaygın olduğu bilinen davalı ya da davacıdan yana öznel bir yargıya sahip olarak, hukuka taklalar attırarak, kendi siyasi düşüncesine yakın olanın kazanmasını sağlamak için çabalamak ve bunu da ‘son derece hukuki yollarla’ becermeye gayret etmek.
 
Bu iki durumda da savcı ve hakimlerin gözlerini dört açarak davayı sürdürmeleri gerekir. Bilen bilir Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve 22 arkadaşına idam cezasını veren, vermekle kalmayıp üçünün asılmalarına bizzat tanıklık eden Ali Elverdi’nin kan ter içinde sergilediği ibretlik performansını, kalemini kırarkenki intikamdan erimiş gözlerini(!)
 
‘Bunlar’ uyukluyor!
 
Çünkü dava sürecinin bir parçası olmadıklarının farkında; adalet aygıtının aktörü olmadıklarının bilincindeler. Türkiye’de adalet aygıtı artık hukukmuş gibi yapmaya bile gerek duymuyor. İplerin kendi elinde olmadığını, o kürsülerde vitrin mankeni kadar işlevleri olmadığının ayırtındalar. Mahkemedeki sorumluluklarının evrak memuruyla bile karşılaştırılamayacak denli önemsiz olduğunu biliyorlar.
 
Önünden akıp giden kâğıtlara, kendisini zerre kadar ilgilendirmediği için en küçük bir merak duygusu bile taşımadan, ne yazıyormuş diye göz ucuyla bile bakma gereği duymadan, sayı numarası ve tarih yazıp, gelen ya da giden evrak kutusuna atan evrak memurundan bile daha çok sıkılıyor olmalılar kürsüde.
 
İşte o salonlarda bir şeyler oluyor, birileri gürültü ediyor, başkaları itişip kakışıyor bir hengamedir gidiyor. Bunlar da cübbeli mübbeli çıkmışlar kürsülere kendilerini hiç ilgilendirmeyen, zaten ilgilendirse de müdahale edemeyecekleri bir kargaşayı seyretmek zorundalar. Bir zaman akşam yemeğini, eve giderken yapılacak alışverişi, hafta sonu oynanacak maçları, süper lotonun yine devretmiş olmasını, hayırsız kayınçonun yüklediği borçları düşünerek oyalansalar da olmuyor demek; zor tabi boş boş oturmak, insan bi yere kadar etrafı seyrediyor ama sonra bari biraz gözlerimi dinlendireyim derken, içi geçiyor demek ki.

Etiketler:
nefret