14/03/2011 | Yazar: Gülnaz DUMAN BİLGE

“Ahlak sanal bir dünya ve biz de, alıştığımız o sanal dünyadan çıkıp, öncelikle kendi riyakarlıklarımız, çıkarlarımız ve ahlakımızla yüzleşmeliyiz.

“Ahlak sanal bir dünya ve biz de, alıştığımız o sanal dünyadan çıkıp, öncelikle kendi riyakarlıklarımız, çıkarlarımız ve ahlakımızla yüzleşmeliyiz. Kadınların ezilmişliğinden ne kadar yakınmıştık ama, etrafımızdaki gelişmelere de ne kadar gözlerimizi kapadık; kendi pratiğimizi, bir terazide tartmalıyız...”
 
Öylesine birbirine bağlıdır ki akıbetleri... ve öylesine birbirinden ayrıdır ki; her kadın sırtına, bir başka kadının ya özgürlüğünü ya da esaretini alıp gitmektedir. Bilmiyorum ne kadar farkında ama, attığı her adım bir başka kadının evinin taa içindeki en ücra odasında bile yankısını buluyor. O kadının, karşılaşacağı hemen herşeyde; ya ölüm ya da yaşam fermanı olabilecek kadar etki bırakabiliyor.
 
Bazen, bir kadın diğerinin umut ışığı olabiliyor, bazense karanlığı, mahzeni.
 
Öyle bir hızla bu yükü oradan oraya taşıyoruz ki; dinlenebilecek, bir mola verip; “nerede hatalar yaptık, yapıyoruz... nerelerde daha doğruyduk” diyebilecek fırsatı tanımıyor bize... arkamızdan bizi kovalayanlar... bazen arkamızdan kolaçan eden erkek değil, kadın da olabiliyor. Üstelik, her kadın, hemcinsini, bir sırt çantası gibi, oradan oraya, istediği yere taşıyor.
 
Bazen, her kadın bir başka kadının “toplumsal kuması” oluveriyor...
 
Öyle bir telaşla yürüyoruz ki, yanından geçip gittiğimiz ya da birlikte yaşadığımız insanların yüzü seçilemiyor.
 
Bazense zaman bizi, hızla ters-yüz ediyor.
...
 
Bu kadar ince, bu kadar hassas bir konu işte şu kadın meselesi. Bu kadar güncel ama, bir o kadar da elimizin tersiyle kenara ittiğimiz bir yara şu kadın meselesi.
 
Hem tüm dünyanın yarısını içine alan, ama hem de, şu koca dünyaya tezat, yalnız başınalığın ta kendisi... şu “kadın”... ve onun “kadın meselesi”.
...
 
Toplumsal çıkarlarımız, bireysel çıkarlarımıza kurban edilip duruyor. Kadın sorunu, bir tarafta hafiflerken, diğer tarafta kangrenleşebiliyor.
 
Bazen, korkudan eli titreyen gazeteciyle, yüreği titreyen aktivistle, dili tutulan komşuluk-akrabalıkla, kendimizi kadın savunucusu gösterip, yüzümüzü 8 Mart’lara dönerken, en yakınımızdaki kadına ise, işimize gelmediği için sırtımızı dönebiliyoruz.
 
Eskiden, kadınların birbiri arasındaki dayanışma meselesinde, en büyük sorunun, kadınlar arası ‘güvensizlik’ olduğunu sanmaktaydım. Şimdi ise bunu sanmaktan vazgeçiyorum. İlişkilerdeki ‘düzeni’ bozmamak, çıkar sahibi olmak ve olacaklardan korkmak en önde gideniymiş, bunu da belledim.
 
Tabii ki, her kadın için bunu söylemek doğru değil. Ama; ‘haliyle anlaşmış’ kadın sayısının, epey de çok olduğunu biliyorum. Kimimizin, 'namus’ denen şu baş belasından kurtulmak istemediğini de düşünüyorum. Anladım ki, ‘kadın sorunu’ ‘razı gelmek’ sorunuymuş. Kendine, güya ‘mutlu’ olduğu hissini yaratabilecek kadar, bir köşe ve dişli edinebilmek oyunuymuş. Sonuç: Sistemle anlaşabilmekmiş!: Hep şikayet etmek ama, başkasını kışkırtırken, kendini geri çekmekmiş.
...
 
Sormadan edemeyeceğim, -tabii ki kendime de!.. kadına karşı şiddet vb. durumlarda, kaç tanemiz, bugüne kadar etrafımızda, akraba çevremizde, duyduk-gördük-bildik bu tür olaylar karşısında, ‘gerçekten’ 8 Mart’taki gibi bir tepki verip, kabul edilemez bulmuştuk.?! Başı belada olan kadını ‘görsek’ bile, ne kadar ‘duyuyor’duk. Duysak..., ‘anlıyor’ muyduk. ‘Ne kadar’ birbirimize derman oluyorduk. Dermanı da geçtik... engel olmuyorduk?!
 
Mesela; mahallemizde, küçük yaşta bir kızın evlendirildiğini duyduğumuzda, 8 Mart’larda yürüyor iken, bir araya toplanıp kenetleniyorken... bu kızcağız için, bi zahmet gidip, ona bunu yapanlara, bunun namussuzluk olduğunu söylüyor muyduk. Olmazsa, tepkimizi, 8 Mart’lardaki gibi toplaşarak örgütlüyor muyduk?!
...
 
İşte bu sayı maalesef çok azdı. Bu sayı o kadar azdı ki; kadına yönelik şiddetin de hızla artması doğaldı. Yürüyüşlerde sloganlar atıyor ama, etrafımızdakine karşı sus-pus oluyorduk. Çünkü, ‘aile içi’, ‘akraba arası’, ‘devlet işi’, ‘benden uzak dursun’ bencilliğiyle yatıp kalkıyorduk. Çünkü korkuya karşı, cesaret bulamıyorduk.
...
 
Biz kadınlar, gardiyanımızla birlikte bu düzeni kanıksamışız. En güzel özgürlük fikirlerini savunabiliyorken; öte yandan, en beter esareti yaşayıp, güçlendirip, koruyabiliyoruz...
 
Nasıl ki bir proleter, bu kapitalist sistemin hem ezileni-sömürüleni, ama hem de o dişlinin bizzat da kendisi ise; kadın da şu anki haliyle, hem bu sistemin ezileni-sömürüleni ve alternatifi, ama hem de ta kendisidir: Alışmışlıkları, kabulleri, kendini kurtardığını sandığı çıkarları... ve yaşadığı (!) kırıntılarıyla...
...
 
Ahlak sanal bir dünya ve biz de, alıştığımız o sanal dünyadan çıkıp, öncelikle kendi riyakarlıklarımız, çıkarlarımız ve ahlakımızla yüzleşmeliyiz. Kadınların ezilmişliğinden ne kadar yakınmıştık ama, etrafımızdaki gelişmelere de ne kadar gözlerimizi kapadık; kendi pratiğimizi, bir terazide tartmalıyız...


Etiketler: insan hakları
nefret