18/09/2007 | Yazar: Kaos GL

Fatih Özgüven, eylülde çıkacak yeni hikâye kitabı 'Hiç Niyetim Yoktu'da, Avrupa'dan anladığımıza, Avrupa'nın bizden ne anladığına bakıyor.

Fatih Özgüven, eylülde çıkacak yeni hikâye kitabı 'Hiç Niyetim Yoktu'da, Avrupa'dan anladığımıza, Avrupa'nın bizden ne anladığına bakıyor. Uluslararası ilişkiler ders notu gibi gelmesin, onun mahareti her daim insana attığı mikroskobik bakışta... Pınar Öğünç'ün söyleşisi.

Fatih Özgüven'i söyleşi için aradığımda önce din ile devlet işlerini ayırmaya, konuşmayla fotoğraf çekme işini ayrı günlere bölmeye karar verdi. Sordum; bu durumda din kısmı fotoğraf oluyormuş, devlet işi malumunuz bu kayıtlı görüşme...

Sinema eleştirmeni, çevirmen, edebiyatçı, öğrencilerinin bir kenara ayırdığı hocalardan... Özgüven film eleştirilerinde, popüler kültür yazılarında ne kadar Google Earth'ten bakar gibi sondaj yapıyor, sap ile samanı öyle güzel bir araya getirip, sapa da samana da dair yeni bir şey söylüyorsa, hikâyelerinde o kadar mikroskobik çalışıyor. 'Esrarengiz Bay Kartaloğlu' adlı romanından çok sonra, geçen yıl 'Bir Şey Oldu' diyerek öykücü yanıyla tanıştırmıştı bizi. Altbaşlık 'endişe hikâyeleri'ydi o zaman.

Eylül ayı içinde Metis Yayınları'ndan çıkacak olan ikinci Fatih Özgüven hikâye toplamasının ismi ise 'Hiç Niyetim Yoktu'. Dünyaya fotografik ve detay emici bakışından mülhem dili de, eski hikâyelerindeki endişe de bâki. Bu kez kültürel bir endişe kurmuş 'Avrupa hikâyeleri'nin çatısını. İçinden Türkler ve Avrupa ve Avrupalılar geçen daha çok ruhsal fotoğraflar bunlar.
İşyeri saydığı Tünel'deki bir kafede, bacaklarına tırmanan üç kedi yavrusuna rağmen, 'Sen bu kaseti sonra nasıl çözeceksin'i geçişlerde tekrarlayarak, atlayarak ve zıplayarak çok şeyden konuştuk.

Ne zamandır böyle işyeri adresi verir gibi 'Artık şuradayım' diye kafe adresi veriyorsunuz?

Herkesin çalışmak için aradığı şey sessizliktir, bana iyi gelmiyor. Evin sessizliği bile beni tedirgin eder. Bir de disiplin oluyor insana. Belli bir saatte çıkıp oraya gidiyorsun. Ben iki kitabımı da Kafehaus'ta yazdım. Şimdi de Deli Bakkal'dayım. Çok komik, burası eskiden gerçekten bakkalmış, sahibi de 'deli bakkal' diye bilinirmiş. Herkes daha Beyoğlu'nda oturmazken, ben otururdum ve bir Japon sobam vardı. Onun gazını bir tek bu bakkal satardı. Aksi bir bakkaldı gerçekten.

Daha eski mahalle tipi hayatın bir alışkanlığıdır ya; pencere önüne oturup gelip geçene bakma mesaisi de var mı bunun içinde?

Hikâyelerin birinde de var o. Ama yok, ben çalışırken etrafıma çok bakmıyorum. Etrafımda her şey gelip geçiyor, sürekli değişen bir ses oluyor, hepsi arkadan müzik dinler gibi bana fon oluyor. Benimki daha çok ses ve görüntü bağımlılıyla ilgili. Evdeyken de müzik çalar, DVD'de bir film sesi kısık oynar.

Hikâyeciliğinizin müzikteki karşılığı ne olabilir diye düşündünüz mü hiç? Mesela bana dile hâkimiyet olarak The Smiths'in sözleriyle, genel ruh hali olarak The White Stripes'ın karışımı gibi geliyor...

Güzelmiş. The White Stripes'ı sevip sevmediğimi bilmiyorum, ama Smiths uyar. Ben ne derdim acaba? Pansonic diye bir grup vardır, çok severim, onun gibi çok gerilimli bir elektronik müzikle hikâyelerin nabzı uyabilir. Dediğin gibi, anlatan ses olarak The Smiths der miydim? Bazen Morrissey çok konuşuyormuş gibi geliyor. Müziğin o kadar fazla şey anlatmasını sevmem. Bir şey anlatsın, onu tekrar etsin. Everything But the Girl diyebilirdim. Arkada zonklayan bir şey gibi bir tema... Ama ben de böyle müzikle çok tarif ederim.

Sizin okur olarak müziğinden hoşlandığınız edebiyatçı?

Çok var tabii. Her güzel edebiyat parçası zaten bana müzik hatırlatır. Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyorduk, William Burroughs çevrilebilir mi, müzik yapılabilir mi diye... Burroughs'un kendisi de müzik yapmıştır, yazdıkları da bende hep elektronik müzik havası uyandırmıştır. Mesela Suicide gibi bir şey... Virginia Woolf her zaman bende atonal müzik hissi yaratır. Proust oda müziğidir. Yusuf Atılgan'da elektronik bir hava vardır.

Sinemada bunun karşılığı hangi yönetmenler oluyor?

Antonioni mesela böyledir. Bize bir cümle ya da fikir söylemek yerine, o fikre varmamızı sağlayacak bilinç durumu yaratır. Elektronik müzik de benim için böyle bir şey; belli bir vınlama, belli bir zonklama üzerinden bir fikre, bir duyguya, bir ruh durumuna varıyorsun. Doğrudan 'Çok üzgünüm' diye cümleler kuranlar eskir diye düşünüyorum. Bazı müziklerde çok esrarengiz bir cümle vardır, düşündüğünde çok saçmadır, ama aklına takılır, döner durur. Mesela Yaşar'ın 'Sen kuşları boşver, evler yerlerinde değiller' diyen bir şarkısı var. Ne demek olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim, ama çok hoşuma gidiyor. Everything But The Girl'in 'Walking Wounded' şarkısı böyledir, Turgut Uyar'ın 'Geyikli Gece' şiiri de...

Siz bu tür esrarengizlikler, acayiplikler bırakıyor musunuz metinlerinizin içine?

'Mitfahren' hikâyesindeki o Temel fıkrası öyle bir şeydir. Ama özellikle okuyucu için olta atmıyorum. Sen söylemek istediğini doğru olarak yazarsan, söylemek istediğinin göbeğine ulaşırsan bunun okuyucu için de özel bir durum olacağını düşünüyorum. Flaubert'in böyle bir lafı var, 'tam doğru kelime' diye çevrilebilir. Tam doğru kelimeyi buldun mu, başkaları da takılacaktır. Bir de yakınlarda okudum, Attila İlhan'ın bir lafı var: 'Siz üç-beş kişi için yazdığınızı sanırsınız, ama aslında sizi okuyan hiç tanımadığınız başka üç-beş kişidir'. Bayıldım.

Genelde bir günün ruh halini değiştiren kontrolünüzde olup bitenler midir, yoksa mesela bir minibüste Fransızca bir şarkı duymak gibi, çok acayip yürüyen birini görmek gibi normal dışı anlar mı heyecanlandırır sizi?

Hiçbir şey kontrolümde değildir. Yazı yazmak da kontrol edemediğim hayatımın arasına sıkıştırdığım bir şey. Ama tarif ettiğin gibi fotoğraflar çekerim hep gözümle. Bir fikirden ziyade bir fotoğraf ve onun içindeki duygu beni ilgilendirir. İnsanlar haldır haldır fotoğraf çeker ya, gözünle çekip depolayamadığını elde edemezsin diye düşünüyorum.

İlk hikâye kitabınız 'Bir Şey Oldu' başka bir dile çevrilebilir, ama 'Hiç Niyetim Yoktu' sanki çevrilemez. Dil olarak gayet güzel çevrilir, lakin anlaşılır mı?

Haklısın, bir kısmı evet çevrilemez. Ama zaten kitap çevrilemezlik üzerine. Adı üzerinde, 'Avrupa hikâyeleri'. Çok ididalı bir laf ya, bizim öykündüğümüz, hoş bulduğumuz, biz olmayan şeylere duyduğumuz hayranlık üzerine hikâyeler...

Avrupa'yı ilk kez görmüş bir Türkiyeli klişesi ne kadar aynı klişe bugün?

Senin o klişeden ne anladığına da bağlı. Temel duygu hayret diyebilirim. Kendi yaşadığı yerde olmayan birtakım mucizevi şeylerle karşılaşılacak olma duygusu... Başka şehirler duygusu... Şehirler benim için çok önemli. Bu klişelerin çeşitlerini, mesela 'gastarbaiter'leri ben bu süzgeçten geçirerek görüyorum. Ya da Avrupa'yı bir çeşit sürgün yeri gibi göreceksek, benim hikâyemde çok saçma, ailevi bir neden dolayısıyla Avrupa'da kalakalmış bir adama dönüşür. Avrupalılık fikri, ilk hikâyedeki Ajda Pekkan'ın tuhaf şarkı sözleri gibidir. Tam Türkçe değil, Avrupalı olduğunu sanmak istediğimiz bir şey.

İlk gördüğünüz Avrupa şehri neresi?

Amsterdam, 17 yaşında. Babam Münih'te bir inşaat fuarına gidiyordu. Beni de tercüme yapayım diye yanında götürdü. Bunlar hep orta sınıf Türklerin Avrupa'yla ilişkileri üzerine komik ayrıntılardır, o zaman KLM'in bir kampanyası vardı. Münih'e KLM'le gidince bir gece bedava Amsterdam'da kalıyordun. Gri bir şehir olarak hatırlıyorum. Önce kendimi kitapçılara, galerilere atmıştım galiba. Bende çok büyük bir etki uyandırdığını söyleyemeyeceğim.

Aile içinde Avrupa'nın adı nasıl geçerdi, nasıl bir yerdi sizin için?

Annenin babanın belli aralıklarla gidip sana harikulade hediyeler getirdikleri bir yer gibiydi. Kitaplar, çıktığını duyduğun müzikler...

Yaşamak istediğiniz bir Avrupa şehri oldu mu?

Oldu, Paris. Jön Türkler'den itibaren Türk edebiyatında herkes Paris'e hayrandır ya, ben bunu çok saçma ve klişe bulurdum. Paris'ten nefret etmek kararıyla kendim oraya gittiğimde, ayıptır söylemesi Paris'e bayıldım. Namık Kemal'den Yahya Kemal'e Ajda Pekkan'a kadar kendimi bir Türk klişesinin içinde, bundan hoşlanırken buldum.

Avrupa Birliği'ne üye olmak isteyişimiz ve istemeyişimiz, bahsettiğimiz klişelerden neler taşıyor? Türkiye, bir gün AB'nin bir parçası olursa hislerimizin buna adapte olması ne kadar zaman alır?

Avrupa Birliği'ne Avrupa'dan gelen bir eşya gibi bakıyoruz aslında; hayretle, hayranlıkla, komik bir yüceltmeyle... Çok uzakta istenir, arzulanır bir şey gibi, titreyen bir serap gibi görüyoruz. Onu elimize aldığımızda sandığımız şey olup olmadığını o zaman göreceğiz. Gazete başlıkları vardır ya: 'Bilmem kim Türkleri beğendi' ya da 'Bir Türk bilmem ne yaptı'... Batılılaşma çabalarından itibaren böyle bir hissin peşindeyiz: 'Ah orada olsak ne güzel olurdu!'. Bütün o fikir cereyanını, o fikriyatın ciddiyetini küçümsemiyorum, ama arkasında böyle çocuksu bir hayal olduğunu düşünüyorum. Avrupa Birliği'nin bir üyesi olsak bile o hissin bir parçası kalır sanıyorum. Ama söylediklerimiz biraz da okumuş yazmış Türklerin Avrupa'yla olan hayal kurma ilişkisi. Bu kitap da biraz öyle. Avrupa'da çalışan işçiler mesela, o kadar büyüleyici ışıklar yaymadığını çoktan fark etmiş olabilirler.

Deplasmanda insan âdetinden şaşıp, bir-iki Avrupalı'ya kızınca memleketinde asla söylemeyeceği bir şey söyleyebiliyor. Böyle kendinize yabancılaştığınız oldu mu?

Dediğin şeyi anlıyorum, böyle savunma mekanizmaları geliştirebiliyorsun. Aklıma örnek gelmiyor, ama olmuştur, yapmışımdır. Bende daha çok İstanbul'u savunma şeklinde olur bahsettiğin şey.

İstanbul dışına çıktığınızda, bir Anadolu şehrinde diyelim, kendinizi yabancı gibi hisseder misiniz?

Şöyle çok komik bir ilkokul anısı anlatabilirim. Bir kardeş okulumuz vardı, kendi okulumuzla oraya gitmiştik. O zaman twist dansı modaydı, bize ikram olsun diye, o çocuklara twist yaptırmışlardı. Onlar bizi mutlu etmeye çalışıyorlardı, ama bizi böyle ağırlamalarından nasıl utandığımı çok iyi hatırlıyorum. Biz öyle hissetmemiştik, ama demek onlar bizim Avrupalı olduğumuzu düşünmüşler.

*Doğmak ya da doğmamak

Hikâyelerinizde olup bitenler ışıklı panolarla duyrulmuyor, aslında çok şey de olmuyor. Basit ve katı bir dille, daha sakin bir kesit seçip, ama aradaki çatlaklardan da çok temel, varoluşa dair dertleri anlatıyorsunuz. İklim değişikliği, gezegenin insan eliyle geldiği hal, ölümle ilişkimizi, varoluş algımızı nasıl değiştirdi? 16. yüzyılda öleceğini bilerek, ama unutarak yaşayan bir insandan daha farklı bir yerde değil miyiz?

İlk kitapta bunun cevabı olan bir hikâye vardı, o da aklıma bir filmde duyduğum bir cümleden gelmişti: 'İntihar etmek çözüm değil, belki çözüm hiç doğmamaktı'. Karnında çocuğunun kıpırdamadığını hisseden bir kadının hikâyesiydi. Kadın çocuk doğurmanın çok kolay ve bu kadar büyütülmemesi gereken bir şey olduğu görüşünde. Fakat bir an çocuğun doğmayacağını hissediyor. Dediğine tersinden cevap. 'Ya doğmasaydık' diye de sorulabilir.
Mevzu dünyanın sonu olmasa dahi, bu his yeni edebiyata, sinemaya nasıl yansıyacak?
Benim sevdiğim gibi küçük ayrıntılarda... Edebiyatın zaten çok büyük konuları kapsayacak kadar güçlü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Sinema ve müzik bu anlamda daha başarılı. Şimdi aklıma gelmiyor, ama eminim bundan bahseden bir şarkı var. Edebiyat daha geriden geliyor. Ama o kadının çocuğunun doğmayışından endişe edişi bence tam bunun üzerineydi. Sonuçta çocuk kıpırdadı, ben kıpırdamasından yanayım.

İyimser bir insan mısınızdır?

Temel olarak ben kötümser bir insanım. Bu bienalin konusu 'Küresel Savaş Çağında İyimserlik, İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli.' Çok merak ediyorum. Tamam, öleceğimizi bilerek yaşıyoruz, ama unutuyoruz, bu da iyi bir şey. Fark etmeden kendimizi ona göre formatlıyoruz. Bu bilgiye rağmen yaptıklarımızı yapıyor olmada sersemce ama bir taraftan da güzel bir şey buluyorum.

Paris'i sevmek gibi yani...

Gibi... Doğmayı seçtiğimize göre...

*Konuyla ilgili haberler:

[[Fatih Özgüven’den yeni öyküler]]

[[Öyküye ‘bir şey oldu’]]

[[Kezban bir Hedonella]]

[[Yollar uzun, dağlar yalçın...]]

[[Ecce Homo]]

[['İlla ki öyle olacak']]

[['Doğal' hayatlar...]]

[[Islak ve kuru]]



Etiketler: kültür sanat
İstihdam