21/02/2014 | Yazar: Erdal Partog

17 Aralıktan itibaren cemaat ve AKP arasında bir krizin yaşandığını, bu krizin aynı zamanda bir siyasal krize dönüştüğünü görmeyen kalmadı. Bugün de bu siyasal krizin aratarak 30 Mart yerel seçimlerine kadar sürmesi bekleniyor.

17 Aralıktan itibaren cemaat ve AKP arasında bir krizin yaşandığını, bu krizin aynı zamanda bir siyasal krize dönüştüğünü görmeyen kalmadı. Bugün de bu siyasal krizin aratarak 30 Mart yerel seçimlerine kadar sürmesi bekleniyor.
 
Peki bu krizin nedeni ne? Neden bu kriz patlak verdi? Bu krizin nedeni basit bir muhafazakâr ittifak parçalanması mı? Yoksa modern devleti referans alan muhafazakâr liberaller ile İslam’ı referans alan muhafazakâr kesimlerin hesaplaşması mı?
Bu bağlamda yaşanan bu siyasal krizin, basit bir siyaset okuması ile çözümlenebilecek bir mesele olmadığını görüyoruz. İslami bir dünya  özlemi üzerinden siyaseti konumlayan kesimleri göz ardı edemeyiz. Bugün şunu söyleyebiliriz, İslam ve siyasal arasındaki uzlaşmazlık muhafazakâr kanatta su yüzüne çıkmış görünüyor. Söz konusu olan siyasalın krizi ya da liberal devletin krizi olmakla birlikte aynı zamanda İslami dünya görüşünün ilk defa modern devlet iktidarı ile yüzleşmesi anlamına da geliyor.
 
Tabii ki bunda liberalleşen ve burjuvalaşan İslami kanadın siyasal iktidarı dinin hâkimiyetinin dışında düşünmeye başlamasının büyük etkisi var. Aslında yaşanan bu kriz bir anlamda burjuvalaşan muhafazakârlarla Allah için hizmet eden kesimler arasındaki sınıfsal bir çatışma anlamına da geliyor. 
Çünkü Cumhuriyetin ilanından bu yana ilk defa İslamcı muhafazakâr bir parti olan AKP üç defa tek başına iktidara gelebildi. İlk defa kendi gücünü, özlediği iktidar ile özdeşleştirdi. Bu durum rücu etmek demekti. Yani Osmanlı zamanındaki muhafazalığın iktidarı anlamına geliyordu. Aynı zamanda İslam’ın, siyasal olanın üstünde tutulduğu yıllar anlamına da geliyordu. Bu anlamda İslam’ı, siyasalın üstünde tutan muhafazakârlar için AKP’nin üç dönemdir iktidarda kalması ütopyanın gerçekleşmesiydi. İslam ideolojisini siyasalın üstünden tutan muhafazakârlar AKP’nin siyasi bedeninde adeta Osmanlıyı görüyordu. Tayyip Erdoğan da Osmanlı monarşisinin görkemli padişahıydı.
 
Ancak siyasal ve tarihsel olanın her yerde aynı şekilde işlemesi imkânsızdı. Muhafazakârlık uzun yıllar Osmanlı monarşisi içinde devletin en üst noktasında nesilden nesle devam edebilmişti. İslami Muhafazakârlık Osmanlı padişahının şahsında bütünleşiyordu. Ancak bu bütünleşme modern bir devlet söz konusu olduğunda aynı şekilde tamamlanmıyordu.
 
Çünkü üç dönem tek başına iktidar da olsanız dahi bu sistemde halk sonunda seçimle sizi oradan indirip bir başkasını getirme hakkına sonsuza kadar sahipti. Karar muhafazakâr kesimlerin değil muhafazakâr olsun ya da olmasın cumhuriyetin bütün vatandaşlarına aitti. Bundan dolayı muhafazakârlığın Tayyip Erdoğan’ın bedeninde tekrar Osmanlıdaki benzerlerine rücu etmesi, aynı sonuçlarla ele alınamazdı. Monarşi ile yönetilen bir Osmanlı ile modern cumhuriyet ilkeleri üzerine kurulmuş bir devlet aynı şekilde işlemezdi. Fakat İslami bağlamda muhafazakârlar devlet denilen şeyin ister monarşi ister demokrasi olsun pek de farklı dinamiklere sahip olduğunu pek umursamıyorlardı. Bundan dolayı üç kez iktidar olan muhafazakâr AKP’nin sanki sonsuza kadar iktidar olacakmış gibi kendini merkeze konumlaması muhafazakâr kemsilerin temel sorunu oldu.
 
Nitekim bu sorun 17 Aralık süreci ile su yüzün çıktı. Muhafazakârların bu süreçten sonra iki şeye karar vermesi gerekiyordu ya sivil toplum içinde kalarak devletin her kademesine sızacaklardı ya da siyasi bir parti aracıyla iktidarı ele geçireceklerdi. Ancak AKP süreci her ikisinin de olduğu bir iktidar dönemiydi. Ne zaman ki seçilmişler kendi iktidarlarının bir seçim sonra mümkün olamayacağını anladılar o zaman atanmışlara karşı kılıçları çekmiş oldular. Çünkü hizmet hareketi çoktan devlete sızmış çeşitli konumları ele geçirmiş AKP bir sonraki seçimde iktidar olmasa da hizmet hareketi iktidarını korumuş olacaktı. İşte kriz de bu noktada patlak verdi.
 
Muhafazakâr seçilmişlerin üç dönem iktidar olması her ne kadar bu kesimleri sevindirse de bir dahaki seçimlerde iktidar olamama kaygısı adeta bir saplantıya dönüştü. Hatta başbakan Post-Osmanlı muhafazakârlığını ilan etti. Bu krizi ya da çatışmayı bir milli kurtuluş olarak ilan etmesi de tesadüf değildi. Tayyip Erdoğan’ın bu lafının ardından muhafazakâr mazi ile Post-Osmanlı düşüncesinin artık demokrasinin araçları karşındaki yönetilemez oluşu gerçeği de ortaya çıktı.
İslam geleneği İslami düzen fikrinin siyasalın üzerinde olduğu yaygın düşüncesini 17 Aralık ile kaybetmiş oldu. Bu İslami âlimler, aynı zamanda İslam devleti fikrine inanmış insanlar için, adeta bir kırılma oldu. Ancak bu kırılma devlete karşı değil İslami muhafazakâr düşüncenin kırılmasıydı.
 
İslami devleti siyasi partiler aracılığı ile kurmak aynı zaman da hükümeti ele geçirmek fikri de böylece parçalanmış oldu. Böylece liberal devlet anlayışında siyasal iktidarı kimin temsil edeceği muhafazakârlar için oldukça çatışmalı bir hale geldi. Hatta hiçbirine yar olmayacağı fikri çatışmayı iyice arttırdı.
 
Liberal devletlerin kabul ettiği bir iktidar varsa o da siyasi partilerin iktidarıdır. Yani siyasal devlet anlamındaki tek hâkim olabilecek meşru araçlar siyasi partilerdir. Ancak gerçekte toplumsal ilişkilerin örüntüsü hiç de böyle işlemiyordu. İslam düşüncesi bağlamında hizmet hareketi gibi hareketlerin ya da cemaatlerin siyasi partiler ile hem ittifak kurdukları hem de iktidar oldukları tarihsel bir gerçek olarak karşımızda duruyordu.
 
Geçmişte burjuvaların monarşilere karşı devleti yönetme istediği bu bağlamda ele alınması gereken önemli bir örnektir. Nitekim Marx’ın eleştirdiği şey de burjuva ideolojinin devletin ideolojisine dönüşmüş olmasıydı. Çünkü Marx için de devlet daha ideolojisiz bir şey olmalıdır hatta sönümlemelidir. Tabii bu sönümleme sadece devletlerin sönümlemesi değil aynı zamanda devletin öncülü olarak kabul ettiği sivil toplumun (işçi sınıfı gibi) da sönümlemesi anlamına gelmektedir.
Bu teorik çerçeve içinde İslami cemaatin neden devleti ele geçirmek istediğini daha kolay siyasal olan içine yerleştirebiliriz. Ancak cemaatin İslami bir yerden devleti kendi ideolojisi çerçevesinde biçimlendirmesi bazı sorunları da beraberinde getiriyordu. Nitekim siyasi bir parti olan AKP’nin de resmi olarak siyasal iktidarın sadece kendisine verdiği iktidarı cemaate kaptırmak istememesi burjuvalaşan bir muhafazakâr burjuva ve işçi kesiminin cemaate kaybetmek istememesiydi.
 
Fakat geldiğimiz süreçte bu krizi analiz etmeye çalışan kesimler cemaat ve AKP arasındaki krizin nedenini yolsuzluğa ve iktidar kavgasına bağlaması ve yolsuzluğu ön planda tutması siyasal ile İslam arasındaki ilerici çatışmayı görememeleri anlamına geliyor. Oysaki var olan reel gerçeklik siyasal iktidarın devlet ile olan ilişkisinde kimin meşru kimin meşru olmadığı meseledir. Bu bağlamda cemaatin siyasal bir bütün olduğunu bu siyasal bütünün de bazı siyasi talepleri olmasının eleştirilecek bir tarafı yok. Ancak bu siyasal bütünün bir siyasal iktidarı yıpratmaya çalışması liberal devlet modelinde meşru da görülmeyebilir.
 
Oysaki temel soru siyasal olanın ne olduğu ya da siyasal iktidar dediğimiz şeyin devlet bağlamındaki gerçek sahibi kim sorusudur? Marx için bu sorunu cevabı oldukça açık, siyasal olan toplumsal ilişkilerin tarihsel bütündür. Ancak bu toplumsal ilişkiler birbirinden oldukça farklı olduğu için demokrasi bağlamında insanların sorunlarını çözecek şeyin devlet olduğunu ama sonuçta devletin de kendini bir ideoloji olarak konumlayışının son kertede gerici olduğunu söyler. Buradan şunu çıkarmak mümkün; aile sivil topluma göre daha gerici, sivil toplum devlete göre gerici ve tabii ki siyasal anlamda devlet tek başına toplumsal ilişkilerin yaratıcılığı karşısında geri bir noktadır.
 
Cemaat ve AKP ilişkisi bu bağlamda ele alındığında cemaati mi yoksa AKP’yi mi tercih etmeliyiz gibi bir soru karşında her ikisi de olmadığını ama AKP’nin konumun cemaate göre daha ehveni şer olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bazı toplumsal hareketlerin de bir siyasi partiye göre daha yaratıcı olduğunu da söylemeliyiz.
 
Bu yüzden siyasalın kendisi biraz yumurta tavuk meselsindeki gibi paradoksal bir ilişkiye sahiptir. Bu paradokstan çıkmak siyasal olandan çıkmak anlamına gelecektir. Önemli olan bu paradoksu en iyi şekilde idare edecek siyasal sistemin ne olacağıdır. Bundan dolayı devlet teorileri içinde demokrasi en çok benimsenen sistem olmuştur. Ancak demokrasinin kendisi bir ideoloji olarak tasarlanamaz. Bu bağlamda hem siyasi partilerin hem de toplumsal hareketlerin ya da ekonomik sınıfların demokratik dengeleri gözetmesi oldukça önemlidir. Devlet ele geçirilecek bir şey değil, devlet siyasalın demokratikleştirilmesinde bir araçtan başka bir şey değildir. Bundan dolayı devlet teorilerinde devletin kendisi soyut olarak sadece bir tane ideolojik renge sahip değildir. Birden fazla ideolojik yaklaşım demokrasi araçları ve kuralları içinde ancak demokratik kalabilir.
 
İslam düşüncesi bağlamında muhafazakârların bugün geldiği nokta cumhuriyet fikrinin demokrasi anlamında ne olduğunu az da olsa anlamalarına neden oldu. İslami ideolojiler bağlamında modern devlet ile ne gibi sorunlarla karşılaşılacağı daha net ortaya çıkmış oldu.
 
Ancak buzdağının görünmeyen yüzünün bu kadar açık bir şekilde görünmesi İslam ile siyasal olan arasındaki kavganın bittiği anlamına gelmiyor. Üstelik AKP ve cemaat arasındaki kavgadan da kimin kazanacağını da henüz kestiremiyoruz. Bu bağlamda cemaat ile AKP arasındaki çatışmanın demokrasi bağlamında iyi yanları olduğu gibi kötü yanları da var. Ancak bir gerçeklik var ki o da cemaat ile AKP arasında bir kırılmanın yaşandığıdır. Bu kırılma İslam düşüncesindeki kırılmanın da adıdır. Bundan dolayı bu süreci yakından izlemek İslam ve siyasal arasındaki ilişkiyi takip etmek Türkiye siyasetini anlamak açısından oldukça önemlidir.

Etiketler:
İstihdam