17/08/2009 | Yazar: Nevin Öztop

Kaos GL tarafından düzenlenen "Kadın Olma Halleri" söyleşilerinin 12.’sinin konuğu Almanya'dan İpek İpekçioğlu idi.

Kaos GL tarafından düzenlenen "Kadın Olma Halleri" söyleşilerinin 12.’sinin konuğu Almanya'dan İpek İpekçioğlu idi. Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin desteğiyle yapılan söyleşiler için İpekçioğlu, Almanya’dan Ankara’ya geldi. 

İpek İpekçioğlu: Merhabalar… Benim ağırlık verdiğim konu, göçmen lezbiyenler ama onun öncesinde ben kısaca kendimi tanıtayım. 3 yıl kadar Türkiye’de ilkokula gittim. 1982 yılından beri ise kesintisiz Berlin’de yaşıyorum. Sosyal Pedagoji okudum ve master tezimi  “Türkiye’de lezbiyen olmak bir çelişki midir? İkinci nesilden diyeceğimiz; yaşam odakları Almanya olan Türkiyeli lezbiyenler” üzerineydi. O sıralar, benim yaptığım çalışma, Avrupa’daki ilk çalışmaydı çünkü var-olanlar geyler üzerineydi. Ayrıca, Almanlar tarafından -veya dominant kültürden insanlar tarafından- yazılmış çalışmalardı.

11-12 yaşımda, lezbiyen olduğumu fark ettim ancak duygularımı isimlendiremediğim için “açılmamıştım”. Ve 16,5 yaşımda ilk kez bir kızla öpüştüm ve “Aaa, bu muymuş!” dedim. Ondan sonra bir seneliğine İngiltere’ye gittim ve orada “Ben bunu araştırmalıyım” dedim. Demek ki coğrafi uzaklığı hissettim; kendimden başka bir yere gitmek zorundaydım ve bu bir nevi göç olgusu... İngiltere’de Kıbrıslı gruplarla tanıştım; daha sonra, Almanya’ya geri gittim. Annem, âşık olduğum kıza yazmış olduğum bir mektubu gördü. “Pişman olacaksan yapma; yapacaksan da sahip çık yaptığına” dedi. Böyle bir açık çek almış oldum annemden...
 
“Türkiyeli lezbiyen” kimliğimi birileriyle tartışmam gerekliydi; kendimi yalnız hissediyordum. Eşcinsellik üzerine bulduğum konular genelde Türkçe’ydi; mesela, Arslan Gündüz’ün veya Rüya Eser'in yazılarıydı. İlk gördüğüm iki kadının öpüşme sahnesi de çok ucuz bir polisiye sahnesinden ibaretti. 18 yaşında açılmaya başladım; bir yıldan sonra “Millet, ben lezbiyenim!” diyordum. Ailemden destek gördüğüm için, okulda zaten açıktım.
 
Almanlarda “böyle bir şeyin” olacağını düşünememiştim nedense… Türkiye odaklıydım ben.
Erkek kardeşimi kaptım bir gün; “Soner, beraber gey pride’a gidiyoruz” dedim. 1991'de oldu bu ve ben “Türkiyeli”ye benzettiğim ve lezbiyen olabileceğini düşündüğüm her kadının üzerine gidip, “Merhaba, ben İpek. Türkiyeliyim.” demiştim. Her ne kadar ikinci nesilden göçmen çocuğu olsam da, Türkiye, yaşamak istediğim birisi ve benimsemek istediğim ülkelerden birisi.
 
Eşcinsellik sırf Avrupa’da olan bir şey olmadığına göre, Türkiye’deki eşcinseller neredeydi… Arıyordum… Sappho’nun Yeri isimli bir yerden haberdar oldum. “Buranın ismi neden “Sappho’nun Yeri”?” diye sordum; “Valla, onu müdüre soracaksın.” dediler. Sonra, “Sen “5. Kat”a git” dediler. 5. Kat’ta bana kollarını açtılar; “Tam da yerine geldin” diye eklediler. O günün akşamında, “Venüs’ün Kız Kardeşleri”ni kurduk. Türkiye’deki ilk kez lezbiyen girişim grubuydu. Birkaç yıl oldukça aktif bir şekilde iletişimimizi sürdürdük ancak grup, çeşitli nedenlerden dolayı dağıldı.
 
Bu arada, Türkiye’deki lezbiyen hayatı bulma hasretim, gurbetçi kimliği ile ilgili olsa gerek… Almanya’da, benim hem Türkiyeli olmam hem de lezbiyen olmamın “alakası”nı göremedi insanlar. “Cinsellik” ve “Türkiyeli olmak” birbiriyle sürekli çarpışan konulardı. Biz en sonunda bir grup kurduk: 15 kişilik bir grup. 1 kişi Türk, gerisi ise Türkiyeli Arap, Türkiyeli Kürt, Türkiyeli Alevi ve Türkiyeli Zaza gibi kimliklerdi. Benim tartışmak istediğim konular, aileye açılma, cinsellik, Türkiye-Almanya ilişkileri, ırkçılık, heteroseksizm, feminizm ve egemen-beyaz-Hıristiyan ülke idi. Çünkü sırf Almanların arasında olmak yetmiyordu bize…
 
2.5 yıl sonra, bu grup dağıldı; nedeni ise, grubun içersindeki fikir ayrılıklarıydı. Kimisi, hem Alman lezbiyen/gey kurumlarına, hem de kendi göçmen toplumumuza “Biz de varız!” diyebilmeyi savunurken; kimisi de, “Dışarıda zaten yeteri kadar ırkçılık, homofobi ve cinsiyetçilik yaşıyorum. Bir de pankart taşıyıp, üzerime mi çekeyim bütün düşmanlığı?” diyordu…  Ailem, eşcinsel olduğumu biliyordu ve ben istediğim demeçleri verebiliyordum. Bu grubun dağılmasının ardından, diplomamı yazdım; yıl, 1991’di.
 
İsterseniz, dedeme açılmamı da anlatayım. Benim o zaman ilk ciddi ilişkimdi ve biz, sırt çantalı turistler olarak Türkiye’ye gitmiştik. Dedemde kalıyoruz ve o 75 yaşındaydı. Akşam olunca, dedem, “ İpek, sen öğrencisin ama araban varmış… Neye gerek? Onunla erkek mi kafesliyorsun, kız mı kafesliyorsun?” diye sordu. Şimdi, bu çok cesur bir soruydu. Dedem böyle bir cesaret bulmuş ve direk sordu; ben de “Kız kafesliyorum” dedim. “Onlar evleniyorlarmış, doğru mu?” diye sordu. En son gün, “kız kıza âşık olunca, onlara, lezbiyen mi deniliyor?” diye de ekledi… Kelimeyi ağzına almış ve onu tanımlamış olması benim için büyük bir başarıydı. Mesela, dayım, “Evet, biliyoruz ama lezbiyen olduğunu söylemek zorunda mısın?” tavrında…
 
Almanya oldukça demokratik bir ülke ve marjinalize edilen gruplar, devlet tarafından destekleniyor. Almanya’nın sosyal projelerinde, tabii çoğunlukla beyaz ve Hıristiyan insanlar çalışıyor; pekâlâ göçmenlerin de heterojen bir grup olabileceği kimsenin aklına gelmiyor. Alman’ların gözünde, Almanlar, demokratik, modern, hürriyetçi, entelektüel ve edebiyatçı görünüyorsa; Türkiyeliler ise, geleneksel, folklorist, antidemokratik, kadınlara düşman, yobaz, barbar ve üçüncü sınıf insan gibi görünebiliyor. Aynı zamanda bir lezbiyen ve göçmen isen, projelerde pekâlâ yalnız kalabiliyorsun çünkü kültürel anlamda sana yardımcı olamıyorlar... Bir yandan, “Türkiyelilerin arasında lezbiyenlik hiç yok” demek -ki lezbiyen olmak, oldukça Batılı olmayı işaret ediyor- “Demek ki ben yalnızım” demek. Öte yandan bizim ailelerimizin, Zeki Müren’i ve Bülent Ersoy’u göz ardı edip, “Bizim kültürümüzde ibnelik, geylik, lezbiyenlik yoktur” diye yalan-saçma savunma yapmaları, “kötü olan” her şeyin Alman kültüründen geliyor olması inancıydı. Bundan on yıl önce, samanlıkta iğne aramak gibiydi, LGBT örgütlenmeleri bulmak; ama şimdi kolaylaştı. Türkiye’de artık Kaos, Lambdaistanbul var Pembe Hayat var. Bu durumda, ben, hemcinslerini seven birisi olarak Türkiye’de kalabilirim artık çünkü kültürel kimliğimi sorgulamama gerek yok. Şöyle ki, Türkiye’de yaşayan bir LGBT isen, hiç bir zaman “Sen Türksün ve Türk’lerde eşcinsellik olmaz” tepkisi gelmeyecek; Türkiye’de en fazla “hasta”sındır veya “sapık”sındır.
 
Almanya’da da homofobi var; bunu, gelişen olaylardan ve var olan yasalardan görüyoruz. Eşcinsellik, “çok güzel ve yaşanılması gereken” bir hayat stili olarak görülmediği aşikâr ama gene de “çok Batı ve çağdaş” algılandığı kesin. Yani, sen bir Türkiyeli veya Arap ülkelerinden gelmiş Müslüman isen ve aynı zamanda bir de lezbiyensen, Alman’lara göre, “daha onlardan”sın ve “modern”sin. Böyle önyargılar var… Göçmen bir eşcinsel, bir Alman kurumunda danışmanlık alıyorsa ve bu tavır ile karşılaşıyorsa, ırkçılık ile karşı karşıyayızdır.
 
Almanya’ya giden Türkiyeli göçmenlerin, güçlü hissettikleri bir Türkiye kimliği var. Almanya’daki Türk anlayışı ile Türkiye’deki Türk anlayışı aynı değil. Birbirlerinden tamamen farklı...
 
Ben hakikaten tipik “Alamancı”yım; dilimle de, yaşam tarzımla da Yarı Türk ve yarı Alman’ım. Aile çok milliyetçi ve/veya dinci ise, “Seç: Ya Türksün ya da eşcinselsin” diyebilir; o durumda kişi, kimlik kavgasına düşer. Alman danışmanlığına gittiğinizde de, ırkçılıktan arınmış bir ortama girmiyorsunuz ve bir nevi etnik kimliğinizi dışarıda bırakıp da gidiyorsunuz. Yani her zaman bir karar verme mecburiyetin varmış gibi... Bu durumlarda, bir alt kültür yaratmak önemli çünkü insanın, hiçbir kimliğini dışarıda bırakmak zorunda kalmadığı, gücünü toparladığı ve etnik kimliğini kapı ardında bırakmayı öğrenmediği şekilde gruplaşması gerekiyor. Bir Alman, Münih’ten Berlin’e taşındığı anda, kültürel kimliğini göz ardı edip, “aile” olgusunu terk etmesi gerekmeyecek; bu kişinin, kendisini tacize maruz bırakmadan içerisinde barındırabilecek gruplarla karşılaşması çok olası… Ancak, başka bir etnik kimlikle başka bir şehirde yaşama alanı arıyorsanız, ırkçılıktan arta kalan yerleri aramanız gerekebilecek.
 
Benim arkadaşlarım Alman’lardan oluşuyor ancak onlarla ilişkilenmelerimde, etnik kimliğimi hep bir yana bırakmak ya da etnik önyargılarını desteklemek zorundayım. Bu da yine kendimle ilgili çelişkilere geri götürüyor beni... Bir yandan, Türkiyeli LGBT’ler Almanya’da hâlâ görünür değil ve demek ki ben hâlâ tekim, hâlâ yalnızım. Ve demek ki “Ben doğru değilim” ve izolasyon destek görecek bu hislerimden. Bu nedenle, görünür olmak çok önemli. Yok sayılmak istemiyorum; bir göçmen lezbiyen olguma, “konuşulmuyorsa yoktur” denmesini istemiyorum.
 
Katılımcılardan: Türkiye ile Almanya’nın birbirine benzediğini söyleyebilir miyiz bu noktalarda?
İpek İpekçioğlu: Tabii ki… “Almanya’nın parasının azalması” gerekçesi ile verilen destekler son yıllarda azalmaya başlasa da, Almanya devletinin, dernekleşme sürecini desteklemesi bir mecburiyet. Sosyal veya sosyalist bir ülkenin beraberinde getirdiği bir olay bu… Bir de, bir sürü cunta olmadı orada... Türkiye’deki hayat şartları, polisiye ülkesi olması ve cuntaların tekrarlanması, yapılan hareketin bir anda yok olması ve sil-baştan başlamak zorunda kalması anlamına gelebiliyor.
 
Salon: Örgütünüzün kaç üyesi var?
İpek İpekçioğlu: GLADT, Türkiyeli LGBT’lerden oluşan, bağımsız tek örgüt. 100’e yakın üyemiz var. Tavla turnuvalarından tutun, folklor ekibine kadar çalışmamız oluyor. SO 36 isimli kolektif bir kulüp var. 11 yıldır bu mekânın DJ’liğini yapıyorum çünkü bir nevi aile oldu orası…
 
Bu arada, radikal feminist lezbiyenlerden oluşan bir grupla bir geçmişim de var. Bu, o zamanlar çok önemliydi; kendi içimde güçlenmem lazımdı. Dört lezbiyen olarak lezbiyen-kolektif bir ev paylaşımımız vardı. Birimizin erkek kardeşi de olsa, eve bir erkeğin girmesi için izin alınmalıydı. Heteroseksüellerle katiyen görüşmemek, biseksüellerle hiç konuşmamak gibi düşüncelerimiz de vardı. Öyle tartışmaların içinde harmanlandık… Bunlar önemliydi ama bir yere kadar… Ben farklandım ve “İpek” kimliğim güçlendi. Eskide, “Türkiyeliyim ve lezbiyenim”di; şimdi, “İpek’im, lezbiyenim, feministim ve Türkiyeliyim”.
 
Katılımcılardan: Ne kadar özgürlük kazanılırsa kazanılsın, bir gettolaşmaya mahrum bırakılıyoruz. Bu gettolaşmayı kırmak adına bir şeyler yapılmalı mı?
İpek İpekçioğlu: Bu daha çok kentsel bir olay... Kendimi bir yerde yalnız hissediyorsam, gey veya lezbiyenlere ihtiyaç duyarım ve bu durumda o gettolaşmayı ben yaratmış olurum. Göçmenlik, politik gruplaşma, LGBT grup gibi olgularda gettolaşmaya yatkınlık olabilir çünkü ben, “beni anlamaya yatkın” insanlarla beraber olmak istiyorum. Avantajları ve dezavantajları var, evet. Ben gettolarda yaşamayı seviyorum ve gettocu bir insanım. Kendi kulüplerimin olduğu sokaklarda dolaştığımda gördüğüm bireyler, LGBT’ler… Yaşadığım yerde seks-shop da vardır, tesettür-gelinlikçi de, Helâl Gıda da… Ve bu, Almanya gibi bir ülkede, insanın kendisiyle hiç olmazsa barışık olup olmadığıyla alakalı bir durumdur diyebilirim...(AE)
 

Etiketler: kadın
İstihdam