04/06/2012 | Yazar: Erdal Partog

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın kürtaja karşı olma gerekçesinin yaşam hakkı ile ilgisi olmadığını biliyoruz. Yaşam hakkı sadece var olma onu dünyaya getirme anlayışı ile sınırlı bir siyaset olmadığını biliyoruz.

Kürtajın bir insan hakkı ihlali olduğunu, bunun yaşam hakkına müdahale olduğunu söyleyen kesimlerin muhafazakâr dini kesimler olduğunu biliyoruz. Özellikle Papa’nın son yüzyılda en büyük görevinin bu olduğunu da biliyoruz. Bu muhafazakâr dini kampanyaya geç de olsa Müslüman muhafazakârların da büyük bir hevesle katıldıklarını da görüyoruz.
 
Ancak diğer taraftan kadınlar bu durumu kendi beden bütünlüklerine ve sosyal yaşantılarına karşı bir saldırı olarak görüyorlar. Kadınlar, kürtajı bilimsel ölçülerle sınırlı olmak üzere yine yaşam hakkı üzerinden savunuyorlar. Böylece kadın hareketi var olan doğal hukuk ve pozitif hukuk bağlamının dışından feminist bir hukuk anlayışını ortaya atmış oluyor. Tabii ki bu hukukun temeli de Spinoza’nın ve onun ardılı olan hak felsefesine dayanıyor.
 
Kürtaj konusunda kararı Teoloji mi devlet mi verecek? Bu ikileme sıkışmayan kadınlar güçlü bir içkin yaşam hukuku geliştirmeye çalışıyor. Kadınlar yaşam hakkını özgür ve güvenli seks üzerinden savunuyor. Aynı zamanda kadınlar yaşam hakkını ekonomik, sosyal, siyasi ve moral değerler üzerinden savunuyor. Yaşam hakkının içkinliğini savunuyorlar. Bu kadınlar yaşam hakkının cinsel hak ve özgürlükleri içerdiğini, bu hakkın da adil bir devlette ile mümkün olacağını söylüyorlar.
 
Ancak bugün kürtaj konusunda tartışmanın sadece doğal ve pozitif hukuk taraftarlarınca ele alınması sorunun çözümünü de zorlaştırıyor. İslami referanslı yaşam hakkı ile pozitif devlet referanslı yaşam hakkı bu anlamda sorunu çözen değil, işi iyice zora sokan, özgürlükçü olmayan bir tutum sergiliyor. Her iki yaklaşım da gerçek anlamda yaşam hakkından uzaklaşarak bir Allah, bir devlet anlayışına bel bağlıyor. Hakkın Allah’a ve Devlete karşı bir ödev olduğu üstüne basa basa vurgulanıyor. 
 
Teoloji açısından doğala referans veren hukuk anlayışı bir anlamda insan doğasını ilahi bir yaratıcıya bağlayarak hukuku da metafizik ilkelere sıkıştırıyor. Bu sıkıştırmanın anlamı toplumsal ilişkilerden doğan hakkı görmezden gelmek oluyor.
 
Tek tanrılı dinlere göre ilk insan olan Âdem doğal hukuk gereği şerefli bir yaratık olarak kabul ediliyor. Âdem’in nesli de yine şerefli olup Allah’ın hizmetine zorunlu olarak koşuluyor. Yaşam hakkı Allah’a direkt bağlılık içeriyor.
 
Oysaki yaşam hakkı, bir yaratma bir icat içermiyor. Yaşam hakkı insanın tarihsel mirasının inşa ettiği miras üzerinden yükseliyor. Bu miras da tek tanrılı dinlerin de öncesine kadar uzanıyor. İlahi yasadan önce bir insani yasanın var olduğunu herkes biliyor. Hatta her yasa ilahi olmaktan çok, insani yani insan elinden çıkan yasa oluyor.
 
Ancak muhafazakâr Müslüman kesimler ilahi yasanın Allah ait olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden insanın var olma potansiyelini dışlıyorlar. Bu potansiyeli ilahi olana zorla bağlamaya çalışıyorlar. Ancak her zorlama toplumun bir kesimini mutsuz ediyor. Buna rağmen muhafazakâr Müslümanlar mutlak bir Allah yasasına bağlılıktan vazgeçmiyorlar.
 
Yasalar toplumsal ilişkilerin bir sonucu olması gerekirken bir bakıyorsunuz toplumsal ilişkiler ilahi yasanın sonucu oluyor. Kötülük ve iyilik insanın doğasının bir parçasına indirgeniyor. Toplumsal ilişkiler örüntüsü içinde gelişen iyi ve kötü buharlaşıp yok oluyor.
 
Teoloji kaynaklı doğal hukuk; insanları ya iyi ya da kötü diye kategorilere ayırmaktan çekinmiyor. Bu mutlak öze dair yaklaşım bugün muhafazakârların hukuk anlayışını ifade ediyor. Ancak yaşam bize başka şeyler söylüyor.
 
Bugün İslam coğrafyasında dini yasalara bağlı yerlerde birçok yaşam hakkı ihlali ile karşılaşıyoruz. Din adına adam öldürmek ya da din adına idam etmek bazı İslam toplumlarında hala en revaçta yaşama hakkı ihlali olmaya devam ediyor. Allaha inanmayanlar ya da eşcinseller düşman ilan edilip din adına idam edilebiliyor ya da kırbaçlanabiliyor. Birçok İslam ülkesinde ötekilerin yaşam hakkı hiçe sayılıyor.
 
Yaşam hakkının ihlali sadece bunlarla da sınırlı olmuyor, aynı zamanda birçok savaşın cihat ya da devlet adına yapılması da açık yaşam hakkı ihlaline dönüşüyor. Çünkü bu savaşlar sonucunda binlerce insanın canına kıyılıyor. Bu tip savaşların gerekçeleri de ya ilahi yasaya ya da pozitif devlet yasasına bağlanıyor.  Her iki hak teorisi de bir şeyi en tepeye yerleştirmesini ve onun adına hareket edilmesini vaaz ediyor. Bu tip yaklaşımlar yaşam hakkına sahte bir bağlılığı gösteriyor.
 
Gerçekler tarihsel olarak orta dururken hala bazı dindarların ya da devletin erk sahiplerinin kendilerini ve inandıkları değerleri bütün bunlardan muaf tutmaya çalıştıklarını görüyoruz. Her yaşanan kötü şeyi kişiye bağlayanlar kibirli tavırları ile cenneti garantileyeceklerini umuyorlar ya da devlet katında ödüllendirileceklerini umuyorlar.
 
Madımak’ta insanlar ölürken, Roboski’de insanlar ölürken kimse yaşam hakkından bir kez olsun bahsetmiyor. Yani hem din adına hem de devlet adına cinayet işlemek bu topraklarda kolayca savunulabiliyor. İktidar sahiplerinin kibirli dili hiçbir zaman dinin ya da devletin suç işleyebileceğine razı gelmiyor.
 
Bütün bu yaşananları hala kabul etmeyecek demagoglar tabii ki çıkabiliyor. İşte bu kibirli demagoglar iyiliği dinlere ya da devlete kötülüğü ise inançsızlara, kimsesizlere, yoksullara pay edecek kadar yoldan çıkabiliyor.
 
İşte bu tarz dindarlar ve devletçiler dini ve devleti siyasi olana üstün gördüklerinden siyasi olanı insan lehine yorumlayabilecek vicdan da yoksun oluyorlar. Çünkü onlar için değerli olan insan değil Allah’tır, insan değil devlettir.
 
Dindarların kafasındaki bu değer hiyerarşisi ister istemez dinin hukuka egemen olduğu toplumlarda insanlara acıdan başka bir şey getirmiyor. Çünkü ilahi yasa barışı ve huzuru bu dünyada değil öteki dünyada, inananlarına bir hak olarak sunuyor.
 
Bundan dolayı kürtaj meselesini din adına ön plana çıkarmak isteyenler siyaseti ilahi yasanın buyruğuna egemen kılmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Muhafazakâr Müslümanlar için kürtaj basit bir yaşam hakkından başka anlama gelemiyor.
 
Oysaki söz konusu olan şey anne karnında gelişmemiş olan embriyonun dünyaya getirilip getirilmemesine dair basit bir yaşam hakkı kararı değildir. Çünkü bu karar toplumsal olarak adaletli bir toplumun var olup olmamasına bağlı bir karardır. Bu adalet de ilahi olan metafizik adalet içinde değil gerçek olan insanların günlük yaşamı içinden çıkan adalettir. Bu yüzden bugün bazılarının zannettiği gibi ilahi adalete değil, insani adalete daha çok ihtiyacımız var.
 
Çünkü insanlar daha fazla çocuk yapmanın ne kadar zor bir şey olduğunu biliyor. Aldığı ücretin ailesi için yeterli gelmeyeceğini de biliyor. Ne kadar çocuk o kadar yoksulluk anlamına geldiğini de biliyor.
 
Ayrıca daha çok çocuk yapmak anneyi bakıcılığa, babayı ise ücretli köleliğe zorluyor. Bu da kaliteli yaşam hakkının insanların elinden alınmasına neden oluyor. İnsanlar mutsuz ve kalitesiz bir hayata sürükleniyor.
 
Yine tecavüzcüsünden doğurmak zorunda bırakılan kadın moral değerler olarak yaşama tutunmakta zorlanıyor. Yaşadığı incinme her an gözlerinin önüne geliyor. Kadın her an yaşam hakkından mahrum bırakılıyor, onun tecavüzcüsü ise bir anlamda ödüllendiriliyor. Böylece kadın şeytan üçgeni içinde kalmaya mahkûm ediliyor. Tecavüz eden erkekler, yasa yapan erkekler, kadın bedenini kamusal ortak bir metaya dönüştürüyor. Bu meta ya Allah’a ya devlete ya da erkeğe ait oluyor. Kadının bedeni her türlü yapboz tahtasına çevriliyor. Onun kendi yaşam hakkı bu üçlü iktidar tarafından rafa kaldırılıyor. Kadının sözü bu geleneksel iktidarlar tarafından böylece görünmez kılınıyor.
 
Bu iktidar sahipleri bununla da kalmıyor din ya da devlet adına toplum mühendisliğine de soyunuyor. Kimin kaç çocuk doğuracağına ve nasıl doğuracağına da karar vermek istiyor. İktidar sahiplerinin tek derdi yine kibir dolu üstünlük hevesine dayanıyor.
 
Küçük yaşta cinsel ilişkide bulunanlar kürtaj yasağı nedeniyle evlenmek zorunda kalıyorlar. Böylece küçük yaşta evlenmek zorunda kalan bu kesimler eğitimden ve sosyal ortamdan kopuyorlar.
 
Özellikle nüfusu azalan batı ülkelerinde evlilik politikalarının çocuk üzerinden gittiğini biliyoruz. Devletler nüfuslarının azalması nedeniyle çocuk doğuran çiftere maddi destek vermek için elinden geleni yapıyor. İşsizliğin kol gezdiği, yoksulluğun arttığı dünyamızda genç insanlar sırf bu yüzden çocuk yapmak zorunda bırakılıyor.
 
Devletler bu nüfus politikalarında haklı gibi görünse de aslında bu genç çiftlerin ve çocukların açık yaşam hakkını ihlal etmiş oluyor. Çünkü devletlerin sosyal hak sorumluğu çocuk doğurmaya bağlanarak kaliteli yaşam hakkı öteleniyor. Sırf devlet yardımı almak için genç yaşta evlenmek zorunda olan anne ve babalar birer çocuk bakıcısına dönüştürülüyor.
 
Benzer şeylerin Türkiye’de sosyal güvenceden yoksun bir şekilde kürtaj nedeni ile vuku bulması bizde batıdan daha vahim insan manzaralarına neden olacaktır. Kürtaj yasağı beraberinde zorunlu evlilikleri ortaya çıkaracak, ailenin tüm fertleri hem ekonomik hem sosyal hem de moral olarak yaşam hakkı ihlaline toptan uğramış olacaktır. Bu da bir neslin bakıcı anne ve babalar nesline dönüştürülmesi anlamına geliyor.
 
Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın kürtaja karşı olma gerekçesinin yaşam hakkı ile ilgisi olmadığını biliyoruz. Yaşam hakkı sadece var olma onu dünyaya getirme anlayışı ile sınırlı bir siyaset olmadığını biliyoruz. Yaşam hakkı bir kişinin doğumundan başlayıp ölümüne kadar devam eden bir hak olduğunu bu hakkın da devletler tarafından en iyi şekilde sağlanması ile mümkün olacağını da biliyoruz. Yine her birey ne kadar özgür ve mutluysa yaşam hakkının da o devlet tarafından o kadar korunmuş olduğunu da biliyoruz.
 
Ancak hala bütün bu gerçekleri görmeyen kesimler var. Onlar için bütün bunlar önemsiz şeyler. Çünkü bu kesimler için siyaset ilahi olanın altındadır. Onlar devletin laik yasalarını değil ilahi olanın yasalarını önemsiyorlar. Tıpkı bir zamanlar Kemalistlerin Kemalist yasları halktan üstün tuttuğu gibi. Bir taraftan AKP ve onun doğal hukuk anlayışı diğer tarafta CHP ve onun pozitif hukuk anlayışı doğayı, tüm canlıları, insanı bir araca, dini ve devleti ise amaca indirgemekten çekinmiyor. Onun için biz bu iktidar sahiplerine kibirli insanlar diyoruz. Onun için biz bu iktidar sahiplerinin insanlığa huzuru ve mutluluğu getiremeyeceğini düşünüyoruz.
 

Etiketler:
İstihdam