26/11/2014 | Yazar: Emre Korlu

Öyle kolay değildi Ayzer’in karşısına geçip bu gece benimle aynı yatağı bölüş demek, ulan ekmek miydi, katık mıydı ki aşk masaya konulup yenilsin.

Mektup yazmak da kabiliyet meselesi oğlum Osman! O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız diyememek de topluma eziyet olmuş bu günlerde. Bana ne?
 
O, sevdiği kadına methiyeler dizerken, ben sana perişanlığımı söyleyemediğim için suçluyum. Korkağım be! Töre ayaklarına almışlar Ayzer’i içeriye. Henüz on sekiz yaşında beyaz tenli, nazif bir delikanlı...
 
Adam yaralamaktan girdim içeriye bir kadını azılı kocadan kurtarmak için elimin tersini kana buladığımdan adalete kurban verildim. Aymazlığım da çirkefliğim de o yıllardan miras bana. Haytayım nasıl olsa! 
 
Ama güzel âşık oldum ha! Her türlü nefrete karşı onu korumak adına sırtımı siper olarak kullandım. Sırtına sulu boyadan bir cennet çizmek için uğraştım zira uğraştıysam da olmadı.
Sevdanın hiçbir halinden anlamadı. 

Bir sabah girdi işte koğuştan. Başı öndeydi, suskundu biraz lakin işin aslı bu değildi! Sonradan gördüm dilindeki akrebi. Onun yüzünden dayak da yedim aç da düştüm hücrede. 
 
Boş olan ranzaya uzandı. Yalnızdı. Kumaşı yırtık bavulundan iki-üç kitap çıkardı. Gayriihtiyarî gözlerime baktı ve “tanıdım seni” dedi. “Sen, babamın arkadaşı Bahra’sın.” Sonra da konuşmadı zaten. Çok garip bir oğlandı. Yüzü hapishane avlusu kadar soğuk ama bir o kadar da sahte özgürlük kadar umut vaat ediciydi. Haftalarca doğru düzgün konuşmadığı olurdu. Bu durumun ardından ondan tek kelam duymayı bekler hale geldiğimi fark ederdim. O, dört duvar arasında gördüğüm tek altından Ay’dı.
 
“Ağladım göz yaşlarım döndü denize ben derdimi kimseye söyleyemedim.”
 
Söyleyemedim çünkü elimden nasıl izah edileceğini bilmediğim şeylerin içimde büyümesini hissetmekten başka hiçbir şey gelmiyordu. İlk kez aynadaki aksime âşık olmanın, bende yarattığı beceriksizliği utanarak yüzüne haykıramıyordum. Öyle kolay değildi Ayzer’in karşısına geçip bu gece benimle aynı yatağı bölüş demek, ulan ekmek miydi, katık mıydı ki aşk masaya konulup yenilsin.
 
Zamanla şarkılar söylediğimizi fark ettim. Ben çaldım, o söyledi. Dudaklarının dizelere eşlik eden uyumuna hayranlık duydum...

Bir kez öptüm ya, oğlum Osman ibne deniyormuş bana. Ayzer sabaha kalmadan çağırdı gardiyanı “alın beni bu sevicinin yanından” dedi. Nasıl sustuysam artık, iki gün hücrede kaldım, dayak yedim. Sülaleme küfrettiler. 
 
Ayzer bana yapılanlara dayanamayıp “iftira attım” dedikten yıllar sonra iki bardak demli çayı karşılıklı koyunca muşamba masa örtümüzün kenarına, “yıkılmasın bu sevdamız” diyecektim. Mektup yazmayı da ondan öğrenecektim.
 
Büyüdüğünü görecektim; saçlarının kırlaştığını, sazı daha iyi konuşturduğunu... Vallahi Osman! Usturayı dayadığında gırtlağıma, aman çömezdir keser diye korkmayacaktım.
 
Millet, arka mahallelerde seviştiği kadınların eline para sayarken, töre kanunları kol gezerken üstünkörü, tüm bunların yanında yakışıksız kalan biz olacaktık. Ulan! En çok o okuyacaktı canıma.
 
Yine volta vakti Ayzer’le kısacık bir yolu ileri geri yürümek de güzel...
 
“Biliyor musun Bahra, burada intiharı yalnızca depresyona bağlıyorlar. Hemşireler saçma sapan sorularıyla canıma kıyıp kıymayacağımla ilgili fikir ayrıcalığına düşmekten korkuyor. O halleri beni yalnızca güldürüyor. Oysa halimden memnunum, ömrümün sonuna kadar kitaplardaki hayatları yaşayabilirim.”
 
Geçen senelerde onun konuşmaları artıyor, benimkiler tükeniyordu. Çünkü, Ayzer’e bakmak yaşlanan bedenime iyi geliyordu.Kendimi genç hissediyordum. O, bi nevi ilaç gibiydi.
 
Yemeklere katılan şap var ya hani, hapishane müdürünün küfürleriyle mahkûmları ezip geçmesi kadar küçük düşürücü olamazdı veyahut bilinenin aksine burada kimse bacak arasından sarkanla ilgilenecek kadar boş zamana da sahip değildi.
 
Aramızda olanlar koğuş kalabalıklaştıkça yok olup gitti. Halen diğer mahkûmların aşağılayıcı iğrenç bakışlarıyla karşılaşıyordum. Ayzer’le satranç oynamamız bile birilerinin gözüne batmaya yetiyordu. Onlar televizyonun karşısında dalıp giderken, ranzamda Küçük Prens’e bir şehir kuruyordum. Ayzer, her şeyin başına yakışıyordu. Alıyordum altın rengi Ay’ı baş tacı ediyordum.
 
Kimsenin ilgisini çekmediğimiz vakitlerde dokunuyorduk birbirimize. Uğruna tecavüze uğrama ihtimaline karşı elime tutuşturulan rapora bile eyvallah diyordum. Diyelim ki seviciyim; kim yaklaşır bana? Bu ne için? deyip duruyordum. Osman, Ayzer kapıdan içeri girip ranzalara dokunup dolaştığında, yarım saatlik avlu havası gibi bir huzur dolardı yüreğime. Bir insan, milyonlarca sevinci ekerdi içime. O benim minberimdi.
 
“Buradan çıktığımda yaşadığımız yakınlaşmaları unut!” diyordu. Ona göre aşk, yakınlaşmaydı.
 
“Bağıra bağıra yazdım seni içime” derken bir diğerinin sağır kalmasıydı. Burada olmasaydı Osman, belki başka bir yerde bulsaydım onu. Dışarı çıktığımda anladım ki, bir kez olsun yüzünü güldürebilmek, kurşunlara gelirken arka mahallede çok zordu. 

Etiketler:
İstihdam