07/06/2012 | Yazar: Yasemin Mert Godri

Kürtaj tartışması devam ederken ataerkil dil yine o kadar pişkin bir tavır takınıyor ki, neredeyse kadınların zevk ile kürtaj yaptırdıklarını söyleyecek. Kürtaj olan kadının aynı zamanda bunun yükünü taşıdığı, kadın için bunun zor bir deneyim olduğu es geçiliyor. Çocuk doğurabiliyor olmak kadını ya ‘anne’ yapıyor, ya da ‘katil’. Ataerkil dilde kadının başka bir şansı yok.

Kürtaj tartışması devam ederken ataerkil dil yine o kadar pişkin bir tavır takınıyor ki, neredeyse kadınların zevk ile kürtaj yaptırdıklarını söyleyecek. Kürtaj olan kadının aynı zamanda bunun yükünü taşıdığı, kadın için bunun zor bir deneyim olduğu es geçiliyor. Çocuk doğurabiliyor olmak kadını ya ‘anne’ yapıyor, ya da ‘katil’. Ataerkil dilde kadının başka bir şansı yok.
 
Bir kadın olma hassasiyetiyle yeni yeni alışmaya çalıştığım anne olma hassasiyetinin bir arada hissedildiği bir iç dökme yazısı aslında bu. Arka arkaya gerçekleşen; polisin attığı biber gazı sonucu hayatını yitiren Çayan Birben’in polisi protesto eden ailesi ve yakınlarına polisin aynı gün içerisinde hastane bahçesinde biber gazıyla müdahalesi, Başbakan’ın ‘her kürtaj bir Uludere’dir açıklaması, havacılık iş koluna grev yasağı getirilmesi, THY’de grev yapan 305 işçinin işten çıkarılması ve hatta THY’nin zararı karşılamak amacıyla işçilerden tazminat talep edeceğini duyurması bu ülkede vicdan sahibi insanların gitgide azaldığı izlenimini uyandırıyor bende. Melih Gökçek’in mide bulandırıcı açıklamasını tekrarlamak bile istemiyorum.
 
Bir dönem, dudak büktüğümüz ve içinde boğulmak zorunda kaldığımız “Türkiye İran olur mu?”, “Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?” sorularını o kadar çok duymak zorunda kaldık ve bu sorular her zaman olduğu gibi magazinleşip öyle anlamlarını yitirdiler ki sürece bakma ihtiyacı duymaz olduk diye düşünüyorum. Bir süre önce eşimle gündeme dair bir konu üzerine tartışırken ona ve en çok da kendime sorduğum bir soru kafamda dolanıp durdu, ‘Hâlâ neden korkmuyoruz?’. Çemberimiz gitgide daralıyor, yaşam alanlarımız kısıtlanıyor, ifade ve haber alma özgürlüğümüz yakında neredeyse tamamen sona erecek. Evet, kendime soruyorum, hâlâ neden korkmuyoruz, diye; işin kötüsü sorunun cevabı da oldukça açık: alışıyoruz. Her gün yavaş yavaş değişen tablo biraz daha tanıdık, aşina geliyor. Alışıyoruz ve uyuşuyoruz. Ve ben eşitliğe, hak ve özgürlüklere ve vicdana inanan bir insan ve bu ülkede yaşayan bir kadın olarak artık korkmamaktan korkuyorum.
 
Bir psikoloji kongresinde eşcinsellik hakkında yaptığım konuşmanın ardından bir hocamız sormuştu, “Neden Cem Keçe’yi bu kadar önemsiyorsunuz, bir uzmanlığı bile yok, sadece pratisyen hekim” demişti. O zaman ne düşünüyorsam bu söyleme yönelik, şimdi de aynı şeyi düşünüyorum: Neden önemsedik, televizyonlarda çıktığı ve halkı yanlış bilgilendirdiği, söylediği sözlerin ve uzmanlığı dışında yaptığı uygulamaların sonucunda birçok eşcinsel zarar gördüğü için. Elbette aynı güce sahip değil ama bir siyasetçi çıkıp gerçekliği, gerçekçiliği olmayan bir şey söylediğinde nasıl önemsememe şansın yoksa bu durumda da yok diye düşünüyorum. İstesek de istemesek de bilgi tüketim metalarından biri halinde, medya doğru bilgiyi sunma konusunda ahlaki standartlara sahip değil, kim olduğun veya doğru bilgiyi sunman üzerinden değil, ne kadar para ettiği üzerinden allanıp pullanıp ekranlara çıkarılıyorsun, ekranlara çıktıkça da pazarın güçleniyor. Doğru bilgiyi sunmak, pazara dahil olmamak, yanlış yönlendirme sorumluluğunu almak istememek gibi nedenlerle bu oyundan uzak kaldıkça, ortada Cem Keçe gibi bir uzmanlığı bulunmadan söz söyleyen insanlar kalıyor. Ve onun sözlerini belki de gerçekten ihtiyaç duyduğu için dinlemeye çalışan bir grup yara alacak insan.
 
Cinsel istismar mağduru gençlerle çalışıyorum. Bir süre önce bu gençlere kürtaj ile ilgili, embriyonun ağzından kaleme alınmış ajitasyon dolu bir metin verildi, din görevlileri tarafından. Bir kısmı kürtaj olmak zorunda kalmış, bazıları ensest mağduru ve her ne olursa olsun duygusal olarak ağır bir yükü taşımak zorunda kalmış gençlere. Bunu inançla bağdaştıramıyorum, yanlış yönlendirme kaygısının da ötesinde kişiye zarar vermeme gibi bir sorumluluğu bile almayan, alamayan bir sistemin parçası olarak görüyorum bu davranışı.
Başbakanın ‘Kürtaj cinayettir’ açıklamasının ardından yapay gündem oluşturma çabası diyerek tartışmaktan kaçınan bir kesim oluştu. Ama ben kalbimi ve zihnimi susturmayı başaramadım, hele ki son zamanlarda monarşiyle yönetilen bir ülkede yaşıyormuşum hissim bana bu söylemin öyle bir anda ortadan kalkmayacağını fısıldarken. Hele hele, dün iş yerinde en son kürtaj yapılan gence neden kürtaj yapıldığıyla ilgili bir rapor yazmak zorunda kalmış, bundan iki gün önce de kürtaj yapılan gençlerle ilgili sayısal veriler istenmişken. Benden istenenleri hazırlarken duyduğum öfke ve çaresizlik hissinin tarifi yok. Talep edilenler mesleki görüş bile değil, o sayısal verilerin toplanıp nasıl istatistikler haline dönüşecekleri konusunda endişeliyim… Çoğunluk arasında görmezden gelinip kendi babası tarafından cinsel istismara uğrayan ve o cenini taşımak zorunda kalacak ‘çocuklar’ olacak mı?
 
Sistemin bu çocukları daha ilk andan nasıl gözden çıkardığına adım adım tanık olan biri olarak bu soru zihnimde hiç de gerçekleşmeyecek bir şey izlenimi uyandırmıyor. Bianette “bir kürtaj olamama hikâyesi” başlığıyla kaleme alınan yazı da bildiklerimi destekler nitelikte. Bakan gelecek diye kampüsün içini köpüklü sularla yıkayıp ‘bakire’ olan diğer gençleri ve çocukları ekranlarda sevimli dursun diye bakanın yanında poz vermeye çağırırken cinsel istismar mağduru gençler için “mümkünse geziye falan götürün, ortalıkta olmasınlar” diyen sistemin bakış açısı. Poliste, ‘hiç karşı koymadın mı?’ sorusunun küçümseyen tınısıyla başlayıp adli muayenede doktorun ‘gözünüz aydın kızınız bakire’ cümlesiyle devam edip, mahkeme sürecinde adli tıp doktorunun ‘ben sana bozuksun yazmışım önceki geldiğinde sen ne yaptın da ben sana bozuksun dedim’, diyerek dosyayı incelemeye devam ederken ağzındaki sakızın ciddiyetsizliği ile muhtemelen iki satır daha okusa fiili livata sözünü görecek olmasına rağmen ‘sen tecavüze uğradığını söylemişsin, bu nasıl tecavüz bakire yazıyor burada!’ cümlesindeki azarlar tonuyla tekrar tekrar mağduru taciz eden ve tacizciyi savunan sistemin. Taciz ve tecavüz faillerinin avukatları mahkemede savunmalarını yaparlarken henüz mağdur avukatının kalkıp söz aldığına hiç tanık olmadım. Hatta hâkim-hâkime avukata söyleyecek bir sözü olup olmadığını sorduğunda adeta uyuduğu uykudan uyanıp ‘hı’ diyen birçok avukata rastladım. Fail avukatlarının mesleki sorumluluklarını yerine getirirken mağdur avukatlarının mesleki sorumluluklarını yerine getirmemesini rastlantısal olaylar olduğunu değil, ataerkil düzenin ve baskının bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Kürtaj tartışması devam ederken ataerkil dil yine o kadar pişkin bir tavır takınıyor ki, neredeyse kadınların zevk ile kürtaj yaptırdıklarını söyleyecek. Kürtaj olan kadının aynı zamanda bunun yükünü taşıdığı, kadın için bunun zor bir deneyim olduğu es geçiliyor. Çocuk doğurabiliyor olmak kadını ya ‘anne’ yapıyor, ya da ‘katil’. Ataerkil dilde kadının başka bir şansı yok.
 
Söz konusu bulunduğum merkez olduğunda yasal sürenin dolması gebeliğin sonlandırılamamasında oldukça etkin bir neden olabiliyor. Çoğunlukla cinsellik konusundaki bilgisizlik ve cinsel istismarın saklanması, eğitim seviyesinin düşüklüğü hamileliğin fark edilme sürecinin uzamasına neden olabiliyor. Zaman zaman bazı savcılar şikâyetçi olunmasına rağmen 10. ve 20. haftalar arasında gebeliğin sonlandırılabilmesi için gerekli olan belgeyi vermeyebiliyorlar. 10. haftadan önce ise anne-babanın rızası istendiği için babanın cinsel istismarı söz konusu olduğunda bile bazı hastaneler babanın imzasının olması gerektiğinde ısrar edebiliyorlar. Bazı durumlarda ise kişi travmayla yüzleşemeye hazır hissetmediği için şikâyetçi olmak istemeyebiliyor, gebelik 10. haftanın üzerindeyse bu zaten gebeliğin sonlandırılamamasına neden oluyor. Hamileliğin devamının nedeni gebeliğin yasal süre nedeniyle sonlandırılamaması olduğunda psikolojik olarak çok daha ağır bir tablo ortaya çıksa da, gencin gebeliğin sonlandırılmasını istememesi durumunda da yine oldukça travmatik bir süreç yaşanıyor. Çoğunlukla hamilelik süreci ilerledikçe odaklanılan nokta doğumun gerçekleşmesi değil, gebeliğin sonlanması oluyor. Bu da gençlerin ‘çıkartın bunu içimden!’ feryatlarını sık sık duymamıza neden oluyor. Birçok zaman dışarıdan ve ya birbirlerinden duydukları yanlış bilgilerle düşük yapmak amacıyla bebeğe ve kendilerine zarar verebilecek ilaçlar kullanabiliyorlar. Kendilerini yüksek yerlerden veya merdivenlerden atıp yine uygun olmayan şekilde düşük yapmaya çalışabiliyorlar. Tüm yöntemler başarısız olduysa öz kıyım girişimleri de gerçekleşebiliyor. Bu süreçte kendilerine zarar vermelerini engellemek, onları doğru bilgilendirmek oldukça zorlaşabiliyor.
 
Daha yedi ay öncesinde bu sürecin sadece cinsel istismar ile ilgili olduğunu düşünüyordum. Ellerindeki başa çıkma materyallerinin oldukça az olmasının, çoğu zaman yanlarında kendilerini destekleyecek kimse bulunmamasının, cinsel istismar ve bu cinsel istismar sonucu gebe kalmış olma travmatik yaşantısını taşımak zorunda kalmış olmanın sonuçları tartışmasız bu süreçte en büyük etkiye sahip. Fakat bunun yanı sıra yedi aylık hamilelik maceramda anladım ki hamilelik hiç de öyle güllük gülistanlık geçen bir süreç değil, bazı yaşlıların ‘Allah kurtarsın!’ sözünü duyunca garipsemiştim ilk başlarda, şimdi ne demek istediklerini daha iyi anlıyorum. Vücudunda birçok fiziksel değişiklik ve sürekli bir rahatsızlık hissiyle yaşamak demek hamilelik. Hamilelik sıkıntıları arttıkça ilk hissettiğim şey istediğim bir gebelik süreci yaşamama rağmen sürecin bu karmaşık olmasına şaşırmak oldu, ilk düşündüğüm şey ise ya istemeden gebeliğimi devam ettirmek zorunda kalmış olsaydım, sorusu. Bu soru benim için çok yakıcı oldu, ‘çıkartın bunu içimden!’ feryatlarına içim daha çok yandı. Tek başına hamileliğin bile kişinin istemeden taşıyabileceği bir yük olmadığını anlamama yardımcı oldu. ‘Tek başına hamileliğin’ derken sevdiğin kişiyle isteyerek yaşadığın cinsel ilişkinin bir sonucu olarak istemeden gebe kalmaktan söz ediyorum. Aynı yetersiz cümleleri tecavüz veya cinsel istismar sonucu gerçekleşen bir gebelik için söylemek işten bile değil! 

Etiketler: kadın
nefret