01/08/2011 | Yazar: Yıldırım Türker

"Paşaların kafalarımıza muhtıra dayayıp bizi kanı bozuk ilan edeceklerine istifa etmiş olmaları son derece hayırlıdır. Umalım, bu hayırlı gelişme barışa vesile olsun."

"Paşaların kafalarımıza muhtıra dayayıp bizi kanı bozuk ilan edeceklerine istifa etmiş olmaları son derece hayırlıdır. Umalım, bu hayırlı gelişme barışa vesile olsun."

Türkiye Cumhuriyeti’nin Genelkurmay Başkanı ve bilumum kuvvet komutanı istifa etti.

Orgeneral, istifa mesajında aczini itiraf ederek ’işgal ettiği’ yüce makamı boynu bükük olarak terk etti.

Bu cümleler, bu memlekette büyümüş, yaşlanmış, sinir hastası olmuş bir insan olarak benim kulağıma bir mucize fısıltısı gibi geliyor.

Kabul etmek zorundayız. AKP, TC tarihinde hiçbir hükümetin kâbusuna bile giremeyen bir gelişmeyi göze almış ve başarmıştır.

Orgeneral, "TSK’nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı"ndan dem vuruyor. Hiçbir mercie hesap vermeye yanaşmayan, burnundan kıl aldırmayan Türk askerinin, TSK’yı bir suç örgütüymüş gibi kapalı kapılar ardında bin bir desiseye gönül indirerek yönetmeye alışmış olduğunu biliyoruz. Müstafilerin ardından bu toplumda çok teneke çalınacaktır.

Son şahin

Küskün asker Koşaner giderayak hâlâ aynı türküyü söylüyor. İkbali kısa sürdü ama daha bir yıl önce selefi Başbuğ Efendi yürek kaldıran konuşmalarından birinde Cizre bölgesi eski JİTEM komutanlarından anlı şanlı Cemal Temizöz’e sahip çıkmış; yörede çoluk çocuğun kâbusu olmuş bu silah arkadaşının haksız yere suçlandığını, bundan büyük üzüntü duyduğunu ilan etmişti.

Evet, Başbuğ gerek AİHM kararlarında gerek TBMM raporlarında adı geçen askeri görevlileri ve subayları açıkça korumakta bir beis görmüyordu.

Başbuğ, yıpratılmaya çalışılıyor, asimetrik taarruza uğruyor ve benzeri yakınmalarla korumaya çalıştığı kurumunun daha düne kadar JİTEM’in varlığını bile reddettiğinin farkında değil miydi dersiniz?

Bünyesinden çıkmış bir yığın karanlık adama neden göğsünü kalkan ettiğinin, onların suçlarını neden örtbas ettiğinin hesabını kimsenin soramayacağı kanısındaydı.

İlker Başbuğ, elbette hep aynı çizgide apolet şakırdatmış, tutarlı bir komutanımızdı. Daha Kara Kuvvetleri komutanıyken TSK’nın selahiyet sınırlarını sorgulayanlara hiç müsamaha göstermiyordu. Klasik bir orgeneraldi kendileri: "Türk Silahlı Kuvvetleri’ni başka ülkelerin ordularıyla karşılaştırarak farklı sonuçlar üretmeye çalışan bu kesimler, Türk toplumunun tarihini de gerçeklerini de bilmeyenler ya da kendilerine yabancılaşmış olanlardır." Başbuğ, ordunun bir taraf olduğunu ve olmaya devam edeceğini de ısrarla vurgulayageldi.

Ama şunu asla unutmayalım ki, bütün selefleri gibi seyircisi, şakşakçısı hep bol oldu. Bir basın toplantısı düzenlemeyegörsün, basının ’duayen’ kadrosunu hep el pençe divan karşısında buldu.

O zamanlar sormuştuk. Can çekişen basınımıza: Genelkurmay Başkanı, kendini devletin en yetkili, sınırsız karar mercii zannediyor olabilir. Ama nasıl zannetmesin?

Toplantıdan bize yansıyanlar arasında oradaki basına varlığını hissettiren yegâne ayrıntı, paşayla cilveleşen ’usta’ gazetecilerdi. Pekâlâ sevgili duayenlerimiz; neden orada bulunuyordunuz? Konuşmanın derinlikli analizini yapmanız için işi gücü bırakıp o davete icabet etmeniz şart mıydı? Bu halkın olduğu gibi sizin de Başbuğ’a sormak istediğiniz birçok şey vardı mutlaka. Yoksa yok muydu? İki buçuk saat süren ’mâlûmatfuruşluk’ gösterisine katlanmanız için size güç veren nasıl bir gazetecilik saikidir?

Sözüne bu kadar itibar edildiğini gören, basının en ’büyük’ isimlerini iki buçuk saat tutsak edebilmenin tadını çıkaran Genelkurmay Başkanı’na diyecek sözümüz yok.

Ama bu zevatın konuşmalarını büyüten, manşetlere çeken, bunu yapmak için orada hazır nazır bulunan sizlersiniz. Sadece kameraları yollayıp, birkaç muhabir göndererek halledebileceğiniz bir basın toplantısını ’devlerin zirvesi’ne çeviren sizsiniz. Genelkurmay’ın her konuda bu kadar fütursuz atıp tutmasına çanak tutuyorsunuz. Askerlerin rütbelerine, her zaman yaptığınız gibi, rütbeler ekliyorsunuz. Madem sorularımızı aktarmayacaksınız, o zaman ne işiniz var paşa huzurunda? Tamam, akreditasyon paşanın ağzında, hicap duygunuzu da kapıdaki vestiyerde mi bıraktınız?’

Göreve başladığı andan itibaren şahinlerin en gagalısı izlenimi uyandırmaya özen gösteren, öfkeli Başbuğ’un Diyarbakır ziyaretini unuttunuz mu? Devletin bundan sonra Güneydoğu’daki suratı olacağını hissettiren bir vaveylayla. İHD’yi, Diyarbakır Barosu’nu, Tabipler Odası’nı ve sendikaları bir çırpıda andıçlayarak dışta bırakmıştı Genelkurmay. Başbuğ diğer sivil toplum kuruluşlarına bir güzel ders veriyor, onları dillerine dikkat etmek konusunda uyarıyordu. Bir oda temsilcisi, "Dağa gitmeleri önlemek istiyorsanız ekonomik tedbirler yanında demokratik tedbirler de düşünülmeli ve gerekirse bir af çıkarılmalı" diyesi olmuş. Başbuğ, bir hışımla cevabı yapıştırmıştı: "Ne kısmi ne de genel af mümkün."

Başbuğ, bütün kararların kendisinden geçeceğinden kuşkusu olmayan bir başbuğ gibi davranıyordu rahatlıkla.

Ama kimilerine göre gerçek bir entelektüeldi. Huntington’ı, Fukuyama’yı pek muteber kabul eden, Weber’den alıntılar yapan Başbuğ, gerçekten de entelektüel bir asker portresi çizmek için epeyi çırpınmıştı. Ama heyhat, bu çorbayla karın doymuyordu.

Nitekim kalkıp kurumunu eleştirenleri damarlarında Türk kanı bulunmamakla itham ediyordu. İşte entelekti de zaten bu kadardı. Sokma akılla altı satır dünya analizi yapılabilir çünkü. Asıl derdini açık edivermişti sonunda. Asil Türk kanına sahip olmayanlar karşısında kahramanca savaşı sürdüren komutan.

Bu soysopçuluk, bu kan merakı karşısında kimse ona höt demeyecek; bunu da biliyordu nasılsa.

Oylarımızla seçilmiş insanlara dağın yolunu gösterirken de haddini aştığını bir an olsun düşünmüyordu. Ama nasılsa hür Türk basınının gözbebeğiydi.

Şimdi basının da paşalarını kibarca uğurlama vaktidir.

İstifalar ve sonrası

Paşaların kafalarımıza muhtıra dayayıp bizi kanı bozuk ilan edeceklerine istifa etmiş olmaları son derece hayırlıdır.

Şimdi parasız yatılı yoksul çocukların kendilerini giderek memleketin en büyük sorumlu-dokunulmaz birer kayzeri olarak görmelerini sağlayan eğitimin sorgulanması gerekiyor.

Askerlik eğitimi ve örgütlenmesi, bizim demokrasi diye bilegeldiğimiz mevhumun tamamıyla dışında yaşanan bir gerçeklik değil mi? Varlığının sebebi, emir-komuta zincirini asla sorgulamayan, kafasını ve ruhunu sadece savaşa odaklamış güçlü, uyanık ve itaatkâr askerler yaratmak değil mi? Emretme dilinin, savaş için eğitilmiş ama 24 saat savaşmayan bir toplulukta ne tür gerilimlere yol açabileceğini tahmin etmek hiç de zor değil.

Elinde çekici var diye her sorunu çivi olarak gören TSK’nın sözü ağırlığını yitirecek elbet. AKP, sivilleşme konusundaki kararlılığını, Kürt sorununun askeri bir çözüme baktığı görüşünden vazgeçerek, siyasetin Kürt aktörlerinin sözünün yolunu açarak pekiştirebilir.
Umalım, bu hayırlı gelişme barışa vesile olsun.


Etiketler:
nefret