03/10/2009 | Yazar: Yıldırım Türker

Avrupa, hemen herkes için bir özgürlük vaadidir.

Avrupa, hemen herkes için bir özgürlük vaadidir.
Dünyanın merkezine kibarca kurulmuş, kendi karanlık geçmişinin kaydını tutmakla kalmayıp dünyanın gönüllü gönülsüz bütün sürgünlerine dalgın bir şefkatle kucak açmıştır.

Ama Paris’te yaşayan İspanyol yazar Goytisolo’nun ayrıntılarıyla anlattığı gibi, ‘O güneşli, harika tatilinizden döner dönmez, ister denizden, ister dağdan geliyor olun, sakın metroya binmeyin: yanlışlıkla bir yabancıyla karıştırılmanız için güneşin yüzünüzü tam kıvamında yakmış olması yeterli olacaktır. Hele oldukça eskiye dayanan vatandaşlık hakkınızla ateşli yurtseverliğinize karşın, yoksul soyunuzu açıkça ele veren yüz çizgileriniz, özellikleriniz varsa: hafifçe brakisefal kafatasınız, gür, siyah, kıvırcık saçınız, çıkık elmacık kemikleriniz, saf kan ulusal örneğe yakışmayacak kadar kalın alt dudağınız...’ size polis düstursuz bir hoyratlıkla ‘muhteşem bir edep ve görgü dersi’ verecektir.
Goytisolo, ‘Avrupa nerede biter?’ sorusuna ‘Yanık Tenliler Dikkat!’ başlıklı bu uyarısıyla cevap verir.
Avrupa, sürgünlerin yatağıdır; ama yabancısını her zaman tartmış, emperyal bir kibirle kendini saf ve arı tutmaya çalışmıştır.
Avrupa’nın doğu sınırları belirsizdir. Haritada Asya’nın irice bir yarımadası olarak görünür. Ama barbarlığın, uygarlığın, özgürlüğün, faşizmin, aydınlanmanın, engizisyonun, bütün çelişkilerin ve tedirginliklerin anavatanıdır. Dolayısıyla ne kadar çırpınırsak çırpınalım, dilinden kaçamadığımız; bir arada yaşamanın yordamını dilinin sınırları dışında kuramadığımız bir fikirdir, öncelikle. Avrupa, siyasi haritası gibi durmadan değişen tanımıyla insanlığın önde gelen sorunsalıdır.
Avrupa’nın yüzlerce yıllık sömürgecilik tarihinin örmüş olduğu egemen merkez söylemini görmezden gelebilir miyiz?
Ama yine bu söylemi kıyasıya sorgulayan, kendini yeniden ‘kimliklendirmeye’ çalışan bir Avrupa yeşermiyor mu? Derrida’nın, globalizm karşıtı hareketin önemli bir kalesi olarak görmek istediği Avrupa.

Derrida, Avrupa’yı ‘açma’nın zorunluluğundan söz ediyordu: ‘...Avrupa’yı, Avrupa olmayana, hiçbir zaman Avrupa olmayana, hiçbir zaman Avrupa olmayacak olana açmak.’ Yabancıyı sadece entegre etmek için konuk etmek değil, aynı zamanda onun farklılığını tanımak, kabul etmek.
Avrupa, sıkı sıkıya kaydını tutmuş olduğu 500 yıllık egemenliği süresince insanlık adına edinmiş olduğu olumlu kazanımları paylaşmaya açacak mı? Sermayeye de totaliter dogmacılığın her türünü de eleştirel yaklaşan yepyeni bir insanlık ülküsünün bayraktarlığını üstlenebilecek mi?
Dünyanın geleceği, buna bağlı.

Oxfam, çırpınıyor. Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinin ihracatı sadece yüzde 1 arttığında 128 milyon insan açlıktan kurtulabilecek.
Uruguaylı yazar Galeano işaret ediyor: Avrupa’daki her inek için tahsis edilen ödenek, bir üçüncü dünya ülkesinin ortalama çiftçisinin yılda kazanacağı paranın iki katı. Avrupalı bir inek, bir Afrikalıdan çok kazanıyor. İşte Avrupa’nın aynı zamanda hayranlık ve nefret nesnesi olmasının nedenlerinden biri.

Ama Avrupa’nın sınırları kaldı mı? Avrupa’yı Avrupa yapan şeyler yüzyıllardır evrensel yapıtaşları değil mi? Bilim, teknoloji, sanayi, ulus-devlet, demokrasi, hümanizma, kapitalizm, sosyalizm, Avrupa’da doğup bütün dünyanın dilini biçimlendirmedi mi? Avrupa, aldığı göçler sonucu dünyanın Avrupalı olmayan kültürlerinden beslenmeyi sürdürmüyor mu? Her şeyin ötesinde Avrupa karşıtı bir mücadele içindeyken de Avrupa’nın geliştirmiş olduğu siyaset diliyle, o kavramlarla konuşmuyor muyuz?

Öyleyse Avrupa’yla olan meselemizi hem duygusal hem akılcı, hem umursamaz hem hevesli, hem yabancı hem merkezden, kısacası bütün çelişkilerin ve tedirginliklerin ışığı altında çözmek zorundayız. Avrupa’nın da aynı çelişkilerle sarmaş dolaş; kaygılı bir arzuyla, iğneli bir merakla, coşkulu bir tereddütle açtığı kucak karşısındayız. Sadece ortak bir pazar, kolay gezen bir sermaye, ortak para birimi ve benzeri dolayında yüzyılların yoksulluğundan kurtulabilmek için değil.

Ayrımcılığın her türüne karşı donanımlı olmayı, dünyalılık bilinci ve sorumluluğuyla yeni bir aydınlanmanın, gerilimli bir çeşitliliğin etkin aktörleri olmayı istediğimizden.
Şu an kendini paralayarak tartıştığı, yüzyılların kan ve demokrasi tarihinden süzerek masanın üstüne koyduğu ilkeler, paylaşıldığı takdirde zamanla Avrupa’nın kendini tasfiyesi anlamına gelecektir.

Köklerinizi ister Turan’da, ister Ortadoğu’da, isterse Bizans’ta arayın.
İnsan olmanın ve insan kalmanın siyasetini yapabileceğiniz platform budur. 


Etiketler: yaşam, siyaset
nefret