05/05/2020 | Yazar: Begüm Başdaş

Birçok LGBTİ+ sığınmacı yıllarca güvencesiz bir şekilde limboda tutularak, bulundukları ülkelerde temel haklardan mahrum bırakılıyor.

Avrupa ve göç politikaları: “Gelme, ne olursan ol yine gelme” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Eser: Reena Saini Kallat, Woven Chronicle

Covid-19 salgını dolayısıyla karantina günlerinde Kaos GL dergisinin “Queer Göç 2” dosya konulu 171. sayısı yazıları KaosGL.org okurlarıyla buluşuyor.

Bugün Avrupa’nın göç politikaları nedir diye sorarsanız cevabı net: Göçün engellenmesi.

Savaştan, zulümden, işkence ve yoksulluktan kaçarak güvenli bir hayata ulaşmak isteyen mülteci ve sığınmacılara karşı, “Kale Avrupası” iç ve dış sınırlarını güçlendirme odaklı politikaları uzun zamandır uyguluyor. Kara sınırlarında duvar üstüne duvarlar yükselirken, deniz sınırlarına bile yüzen duvarlar (hatta hala ne olduğunu anlayamadığımız “e-perdeler”) dizmeye çalışan Avrupa, göç politikalarının en büyük bütçesini sınır güvenlik harcamalarına ayırıyor. Avrupa Birliği Sınır Koruma Ajansı (Frontex) artık AB tarihinin en güçlü finansal kurumlarından biri.[1] Bu yetmiyor, 2016 AB-Türkiye açıklamasında olduğu gibi bu “krizi” dışsallaştırma amacıyla Libya gibi insan hakları ihlallerinin merkezi olan üçüncü ülkelerle pazarlık yaparak mültecilerin yola çıkmasını dahi engellemeye çalışıyor.

Türkiye’den geçerek Avrupa’ya ulaşmak isteyen sığınmacıların karşısındaki ilk engel Yunanistan. Geçen yıl temmuzda yapılan seçimlerde muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi seçimleri kazanarak Yunanistan’da tek başına hükümeti kurdu. Ekonomik güçlenmenin yanı sıra sınır güvenliği ve göç odaklı olan seçim kampanyası “vaatlerini” gerçekleştirmek için çalışmalarını son hız sürdürüyor. Yunanistan’ın göç politikaları önceliklerini sınır güvenliğinin güçlendirilmesi, kapalı kamplar inşa ederek sığınmacıların geri gönderilmek üzere gözaltına alınması, geri göndermelerin artırılması ve sığınma başvurusu değerlendirilme süreçlerinin değiştirilerek hızlandırılması olarak özetleyebiliriz. Yani Yunanistan’ın göç politikaları, sığınmacıların etkili ve adil sığınma başvuru süreçlerine erişimini sağlayarak insan hayatının korunması ile kesinlikle ilgilenmiyor. Mümkünse mülteci ve sığınmacıların üfleyince ortadan yok olmasını diliyor.[2]

Lakin bu nafile bir çaba. Güvenli bir gelecek hayali ve hayatta kalma arzusu sığınmacıları her ne kadar riskli olursa olsun “bir umut” yollara döküyor. Yolda ölenler hakkında bilgiye ulaşmak neredeyse imkansızken, hayatta kalarak AB sınırlarına girmeyi başaranlar birer “data” olarak sisteme giriyorlar ve tam o noktada “savaş” nerede başladı, nerede bitecek bilmediklerini görüyorlar.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in savunduğu Avrupa Yaşam Tarzını aktardığı misyon metninde göç politikaları önemli yer tutuyor. Hukuka uygun olarak gerçekleştirilen göçün daha iyi yönetilmesi gerektiğini savunan misyonda, düzensiz göçün insanlarda haklı olarak korku ve endişe yarattığı yazıyor. Açıkça ifade edilmese de göçü bir tehdit olarak algılayan Avrupalıları sakinleştirmeye çalışıyor, makbul olan ve olmayan göçmenler tanımlanıyor.[3] Van der Leyen, Avrupa Yaşam Tarzının “herkes için eşitlik ve onur” kavramları üzerine inşa edildiğini ve göç meselesinde ortak çözümler oluşturulması için ortak değerler, dayanışma ve sorumluluk paylaşımı etrafında birleşilmesi gerektiğini de ifade ediyor.

Fakat birçok farklı konuda olduğu gibi, AB üye ülkeleri arasında toplumsal cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim gibi temel haklar alanında “ortak değerler nedir” sorusunun cevabı çelişkili. AB ülkeleri arasındaki ayrışmalar ortak sığınma politikası olmadığı için başvuru süreçlerine de yansıyor. İşin kötüsü, bu hakların kapsamlı olarak tüm vatandaşları koruduğu ülkelerde bile sığınma başvurusu değerlendirmelerinde tutarsız kararlar gözlemleniyor. “Başarı hikayeleri” elbette var; mesela Suriye’den Türkiye’ye gelen ve daha sonra Hollanda’ya yeniden yerleştirilerek mülteci olarak tanınmış David, Amsterdam’da mutlu olduğunu, eğitimine devam ettiğini, kendini güvende ve geleceğe dair daha güçlü hissettiğini anlatıyor.[4] Fakat aynı ülke, birçok Afgan gey sığınmacının başvurusunu reddederek, onları hayatlarının risk altında olacağı Afganistan’a zorla geri gönderiyor.[5] Birçok LGBTİ+ sığınmacı yıllarca güvencesiz bir şekilde limboda tutularak, bulundukları ülkelerde temel haklardan mahrum bırakılıyor.

Yunanistan’da yakın zamanda önemli hukuki adımlar atılmasına ve aktif olarak LGBTİ+ hak mücadelesi yürüten örgütlerin varlığına rağmen hâlâ heteronormatif sistem egemen. Kasım 2019’da Yunanistan parlamentosu toplumsal cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelli ayrımcılığın engellenmesi yönündeki anayasa değişikliğini reddetti. Göreceli olarak Atina gibi şehirlerde LGBTİ+’lar kendilerini daha özgür bir şekilde ifade edebilse de ayrımcılık, baskı ve şiddet hâlâ gündelik hayatları tehdit ediyor. 21 Eylül 2018’de Atina’da bir kuyumcu dükkanında kuir aktivist Zak Kostopoulos/Zackie Oh’a korkunç bir şekilde saldırarak ölümüne sebep olanlar hakkında davanın açılması 18 ay sürdü ve hâlâ devam eden mücadelede adalet sağlanmış değil.

Uzun yıllardır Yunanistan’da ve özellikle Midilli adasında çalışmalar yürütüyorum. Adalar, AB için sınır kapısı görevini üstlenirken sığınmacılar için bir geçiş noktası olarak algılanıyor. Fakat geçilemiyor. Uzun yıllar boyunca başvurularının değerlendirilmesini beklemek zorunda kalıyorlar. Mecbur bırakıldıkları koşullarda, yetkililerin karar süreçlerinde uyguladıkları “hassas durumda olan mülteci” kategorileri gündelik hayatta çok daha katmanlı bir şekilde ve sürekli yeni katmanlar eklenerek karşımıza çıkıyor. Bu yazıyı hazırlarken de LGBTİ+ sığınmacıların nasıl bu katmanların dibine itildiğini ve iyice görünmez hale geldiğini tekrar fark ediyorum. Gündelik hayatın yakıcılığı içinde LGBTİ+ sığınmacılar bunu bazen kendilerini korumak için yaparken, biz saha çalışanları affedilemez bir şekilde bildiklerimizi unutur hale geliyoruz.

Avrupa’dan Avrupa’ya gidememek…

Yunanistan’da, özellikle de adalarda konuştuğum sığınmacılara “gelecekten beklentin nedir” diye sorduğumda, aldığım ilk cevap “Avrupa’ya gitmek” oluyor. Yunanistan’da karşılaştıkları koşullar tahayyül ettikleri “Avrupa” ile örtüşmüyor fakat AB-Türkiye anlaşmasının getirdiği coğrafi sınırlama nedeniyle de hotspot adı verilen adalardan ayrılmalarına izin verilmiyor.

2019 yılında 74,600 sığınmacı Yunanistan’a ulaştı. BMMYK verilerine göre bu sayı bir önceki yılın yüzde 50 fazlası.[6] AB ülkelerinin sığınmacıların yeniden yerleştirilmesi için sorumluluk paylaşmıyor olmasına Yunanistan hükümetlerinin yetersizliği de eklenince işte o zaman gerçek “kriz” karşımıza çıkıyor. Bugün sığınmacıların ulaştıkları Ege adalarında 45,000 mülteci dile getirilemez koşullarda yaşam mücadelesi veriyor. Midilli adasında şu an toplam 22,000 sığınmacı bulunuyor ve neredeyse hepsi kapasitesi en fazla 3000 kişi olan Moria kampı ile çevresindeki zeytin ağaçları alanında yaşıyor.

Avrupa medyası son aylarda düzenli olarak adalardaki koşulların ne kadar korkunç olduğunu yazıyor ama kimsenin çok fazla umursadığı yok. Moria kampı içindeki konteynerler yetersiz olduğu için sığınmacılar kamp alanı çevresinde çadırlarda kalıyor. Altı yedi kişilik yatak olan konteynerlerde onlarca kişi kalırken, büyük bir aileye tek kişilik çadır bazen zor bulunuyor. Adada kış çok soğuk, rüzgârlı ve ıslak. Yağmurda çadırların içine çamur akıyor, her şey ıslanıyor ve günlerce kurumuyor. Ayaklara ayakkabı ya da sarılacak kuru bir battaniye yok. Günde en az altı saat aslında yenilmeyecek kadar kötü olan yemek sırasında bekleniyor. Yüzlerce kişiye bir tane portatif tuvalet düşüyor. Hiçbir aydınlatma olmadığı için geceleri özellikle kadınlar -ama aslında herkes- yaşanan şiddet olaylarından dolayı tuvalete gidemiyor. Hijyen zaten söz konusu değil. Yeterli sayıda ve özel alanın sağlanabildiği duş yok, zaten sıcak su yok. Kap kacak yıkamak için bazen kovalara yağmur suyu dolduruyorlar. Çöplerin toplanmıyor olması ve ayrı bir kamp alanı gibi torbaların yükseliyor olması salgın hastalık riskini artırıyor. Sağlığa erişim neredeyse yok. Tüm kampta binlerce kişi için sadece bir ya da iki doktor bulunuyor. Psikolojik destek derseniz, “o ne” diyebiliriz. Adaya ulaştıklarında zaten yolculuğa ve öncesine dayalı psikolojik travmaları bulunan sığınmacıların durumları derinleşirken, depresyon yaygın ve intihar girişimleri -özellikle ufak çocuklarda- sık sık görülüyor. Yersizlikten refakatsiz çocukların istismara maruz kalma riskinde oldukları yetişkinlerle aynı yerlerde tutulmaları da hiçbir grubun özel durumuna göre yerleşiminin sağlanmadığını gösteriyor. Az sayıda STK devletin yükümlü oluğu hizmetleri vermeye çalışıyor ama olmuyor. Hükümet bu tabloda bile STK’ların varlığını kontrol altına almak hatta engellemek için yeni hukuksal düzenlemeler hazırlıyor. Daha sayfalarca sığınmacıların Moria ve diğer kamplarda maruz bırakıldığı gündelik hayat koşullarını anlatabilirim. Ama işte: “yok.”

Her gün her gece kampta kavga çıkıyor, bazıları bıçaklı ya da öldürücü oluyor. Sığınmacılar arasında çıkan kavgalar, uyuşturucu kullanımı, cinsel taciz ve tecavüz olayları, etnik ve dini çatışmalar gündelik hayatta kampta yaşayanların sürekli korku içinde olmasına sebep oluyor. Sığınmacılar konuşmalarımızda korkularını dile getirse de zaten onları tehdit olarak gören yerel halkın mülteci karşıtı söylemlerini beslememek adına çok fazla tartışılmıyor ve bu sorunlar Yunanistan’a ulaştıktan sonra adalarda mahsur kalan sığınmacıların çok katmanlı ayrımcılık, şiddet ve baskıya maruz bırakılmasına neden oluyor.

Sığındığın yerde saklanmak…

Yunanistan’ın ayrımcı ve sonu hiç gelmeyen sığınma süreçleri ile kampın fiziksel koşullarının zorluğuna bir de kampta bulunan sığınmacıların beraberlerinde getirdikleri baskılar ekleniyor. Moria’yı “cehennem” olarak tanımlayan sığınmacıların bazıları “burası Afganistan’dan kötü” diyor. Kaçmak zorunda kaldıkları yerlerde hâkim olan heteronormatif ataerkil sistemin toplumsal cinsiyet ve cinsellik normlarını dar bir alanda daha da sıkıştırılmış bir şekilde yaşamak zorunda kalıyorlar. Özellikle dini ve etnik ayrışmalar bedenleri sürekli kontrol altında tutuyor. Görüştüğüm bazı Afgan kadınlar baş örtülerini çıkarmak isteseler de kampta kaldıkları sürece baskılardan dolayı bunu yapamadıklarını söylüyor. Fakat kız çocuklarını her şeye rağmen şehir merkezindeki okullara yazdırmak için gözleri yaşlı kapıları aşındıran Afgan baba da bu resmin bir parçası. Sıcak yaz akşamlarında kamptan uzaklaşmak için şehir merkezine genellikle sadece genç erkekler geliyor ama yerel halktan uzak, sahilde, parkta ya da diğer boş alanlarda takılıyorlar. Bazen kafaları güzel oluyor ve sohbet ediyorlar ama sık sık birlikte dans ediyorlar. Bu sosyalleşmenin devam edebileceği ya da farklılaşabileceği başka temas ihtimalleri var mı bilmiyorum, ama olsa bile asla görünür olmuyor.

Kamp koşulları LGBTİ+’ların tedirginliğini ve üzerlerindeki baskıyı artırıyor. Herhangi bir korunma mekanizması da bulunmadığı için tek yöntem mümkün olduğunca kimliklerini saklamak oluyor. LGBTİ+ olarak açılmak, tehdit, alay ve tacize de açık hale gelmek oluyor. Kampta çalışan güvenlik kolları da koruma sağlamak yerine kötü muamele uyguluyorlar – ki bunu kimseyi ayırmadan yaptıklarını da söylemek mümkün. Kamplarda cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelli başvurularla ilgili kamusal bir veri olmadığı için kaç kişinin bu koşullara maruz kaldığını bilmiyoruz. Lesvos LGBTIQ+ Mülteci Dayanışma[7] gibi destek sağlayan birkaç grup ve örgüt de genellikle sosyal ağlar üzerinden kişilere ulaşarak dayanışmaya çalışıyor.

Midilli’de çok az sayıda LGBTİ+ açık bir şekilde kimliklerini ifade ediyor. Sadece bazı gönüllü grupları ile ilişkilenerek kendilerine güvenli alan açmış olanlar dışında şehrin kamusal alanlarında da herhangi bir görünürlükten söz etmek mümkün değil. Lesvos Dayanışması tarafından yürütülen Pikpa kampında 100 kadar sığınmacı kalabiliyor ve zaman zaman LGBTİ+ sığınmacılar da kamp sakinleri arasına katılıyor.[8] Pikpa’nın koşulları Moria ile karşılaştırılamaz, ama burada bile LGBTİ+ sığınmacıların diğer sakinlerin ayrımcı bakışları ile karşılaştıkları oluyor.

Hiç kimseyi kendileri istemediği sürece açmamak için de birçok sorun konuşulamadan kaçıyor. Pikpa’da gönüllü olarak çalışırken, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılık nedeni ile kampa kabul edilen Hasan[9] ile sık sık birlikte vakit geçirip, müzik dinlerken eski fotoğraflarına bakıp ne kadar değiştiğini konuşmamıza rağmen aramıza oturan fili bir türlü kaldırmıyorduk. Zaten genel olarak sığınmacı erkeklerle yaptığım görüşmelerde güven ilişkisi kurmak o kadar zor oluyordu ki, nereden geldiklerini bile çekinerek cevaplarken kendi bedenleri ve erkeklikleri ile verdikleri mücadeleyi çok az sorabiliyor sadece izlemek durumunda kalıyordum. Anladığım kadarı ile.

Avrupa’da LGBTİ+ sığınmacıların sorunlarını tartışırken çalışmalar daha çok geldikleri ya da mülteci olarak kabul edilmek istedikleri ülkelerin politika ve koşullarına odaklanıyor. Bu yazıda ben de arada yolda yaşadıklarını biraz olsun paylaşmak istedim. Çünkü olur da arzu ettikleri ülkelere ulaşabilirlerse çoğu zaman sığınma süreçlerine sil baştan başlamak zorunda kalıyorlar. Değerlendirmeler kendi ülkelerinde yaşadıklarına ve neden oraya geri dönemeyecekleri üzerine odaklanıyor. Yollarda başlarına gelen travmalar, Afgan bir sığınmacının dediği gibi “geçti gitti” oluveriyor. Oysa Avrupa Birliği, kendi sınırları içine girdiği andan itibaren sığınmacıların yaşadığı insan hakları ihlallerini, bedenlerini hedef alan sıcak savaşın devam ettiğini ve nasıl geri dönülemez yaraların yollarda da açıldığını görmezden geliyor.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.



[1] https://rsaegean.org/en/the-making-of-a-super-agency/

[2] Burada yerim dar olduğu için Yunanistan’ın gündemindeki göç politikalarını detaylı aktaramıyorum. Diğer yazılarıma https://hu-berlin.academia.edu/BegumBasdas sayfasından ulaşabilirsiniz.

[3] https://ec.europa.eu/commission/commissioners/sites/comm-cwt2019/files/commissioner_mission_letters/president_von_der_leyens_mission_letter_to_margaritis_schinas.pdf

[4] David’in We, the City Plurality and Resistance in Berlin and Istanbul Konferansında sunumu, Berlin 23-25 Mayıs 2019: www.wethecity.de

[5] Amnesty International “A vicious circle: A young Afghan man’s journey through Europe’s asylum system” 8 Ekim 2018: www.amnesty.org/en/latest/news/2018/10/a-vicious-circle-a-young-afghan-mans-journey-through-europes-asylum-system/

[6] https://data2.unhcr.org/en/documents/download/73592

[7] www.facebook.com/LesvosLGBTIQRefugeeSolidarity/

[8] www.lesvossolidarity.org/en/what-we-do/pikpa-camp

[9] Takma isim kullanılmıştır.


Etiketler: insan hakları, mülteci
İstihdam