16/12/2013 | Yazar: Simten Coşar

İnsan haklarından temellenen söylemsel pratiklerin kendi içinde sorunlu yanı, insan olmaklıktan kaynaklı hak tanımlarında ve iddialarında yatıyor.

İnsan-merkezli hakların, retorik düzeyde böylesine yaygınlaştığı ve olumlandığı, pratikte ise insanlık tarihi boyunca gözlemlenen insanın, insanın hakkını yeme biçimlerinin tüm sistematikliğiyle devam ettiği bir dönemde ve mekânda, insan hakları üzerine söz üretmek, insan hakları üzerinden eylemek bir nev’i oksimoron gibi görünüyor. Öte yandan, bu dünyada ve bu ülkede hak temelli politikanın kaçınılmaz olarak insan hakları çerçevesi içinden çıktığı göz önüne alındığında, hem hak temelli politikanın bu çerçeveye hapsolmaması için düşünmek hem insan haklarının söylemsel işleyişinin sıkıntılarına bakmak gerekiyor. Öyleyse bu kısa yazıda, insan hakları-politika arasındaki (sorunlu) bağlantıyı dert ediniyorum. Ya da insan hakları-politika arasındaki, özellikle 20. ve 21. yüzyılda “kendiliğinden”mişçesine kurulan ilişkinin, bu ilişkinin her iki tarafını da teknikleştirdiğini ve tam da bu nedenle ilişkinin sorunlu olduğunu kabulle işe başlıyorum. Ama bunu yaparken dünya genelinde genelgeçer kabul gören ve dolayısıyla hâlâ hâkim olan kapitalist yapılanma içerisinde insan hakları mücadelesinin tarihsel evrilişi içerisindeki kazanımları es geçmediğimi vurgulamak istiyorum. Aksine, diğer örneklerin yanı sıra LGBT mücadelesinin, feminist mücadelenin tarih içerisinde, eleştirel bir eklemlenmeyle olsa da, doğrudan insan hakları söyleminin kapsadığı vaatlerin içerisinden ve bu vaatleri genişleterek ve dönüştürerek göz ardı edilemeyecek bir kazanımlar listesine imza attıklarını belirtmem gerekiyor. Öte yandan, mevcut neoliberal yapılanmalar içerisinde salt insan haklarına dayalı bir mücadele alanına mevcudun sürdürülebilirliği açısından yapısal bir direnç dayanağı oluşturmadığı ölçüde izin verildiği, aksi durumlarda, doğrudan muhafazakâr sosyo-kültürel değerlere referansla reddedildiği bir sosyo-politik dünyada yaşadığımızın altını çizmem gerekiyor. Yine, tam da bu nedenle, yaşadığımız siyasal coğrafyanın kadim özelliklerinden biri olagelen muhafazakâr tutum alışların siyasi rejimin yapıtaşlarına dönüşümünün insan hakları alanındaki iddiaları ve/ya da kazanımları kolaylıkla massederek hükümsüz kılabildiklerine dikkat çekmem gerekiyor. 

Gerçekten de 20. yüzyıl, önceki yüzyıllardan miras alınan düşünme biçimine özgü “insan hakları”nın öncellenmesinin reel politik gündemde ihtilaflı, çelişkili ve ikiliklerle birlikte yer aldığı bir yüzyıl oldu. Bu durumun 21. yüzyılda da devam ettiği şüphe götürmez. Temellerini insan olmaktan, doğuştan, başlangıçta tanrı vergisi, ardından -zorunlu olarak Tanrı metaforunu dışlamadan- insan türünün doğası itibariyle ve/ya da toplum öncesi/alternatifi doğada yaşayabilmiş olma varsayımından doğru sahip olduğu ve sırf bu kökenlerden dolayı geri döndürülemez, vazgeçilemez, ihlâl edilemez haklar arayışından alan insan hakları söylemi, birbirini takip eden son iki yüzyılda, sözde reddedilemeyen ama pratikte çiğnenebilen ve süreğen olarak ihlâl edilen bir haklar öbeğinin izini sürdü. İşin ironik yanı, neredeyse bütün çiğneme ve ihlâl uygulamalarının meşruiyetinin yine haklar söylemi üzerinden kurulması olageldi.
 
Söz gelimi, insan hakları çerçevesinin başlangıcında duran, bireyin/kişinin bir hak olarak yaşam özgürlüğü, insanların toplum halinde yaşama formlarına göre, vatandaşların, ulusların, ulus-devletlerin, cemaatin/komünitenin, grubun hakları üzerinden es geçilebildi. Bu, gerek on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi tarihi anlamanın eksenlerinden biri olagelen milliyetçi düşünce/hareketlenme ve takiben ulus-devletlerin inşası süreçlerinde insanın hakkının vatandaşların haklarına tercümesi içerisinde eritilerek, yaşam, hareket, mülkiyet gibi temel hakların es geçilmesinde gerekse tüm bir “hak”lar tarihi boyunca hakka sahip olanın varoluşsal olarak erkek olduğu tespitiyle kadınların ve erkeklik kimliğini, erkek niteliklerini reddedenlerin yaşamsal haklarının reddedilmesinde örneklenir. Hâl böyle olduğunda, hak-temelli mücadelelerin temeline, işleyişine, bu mücadeleler kapsamında dillendirilen taleplere ve iddialara açık ve/ya da örtük bir şekilde özselleştirilen insanın insan olmaklıktan kaynaklı hakları hâkim oldu.
 
Kanımca, insan haklarından temellenen söylemsel pratiklerin kendi içinde sorunlu yanı, tam da bu noktada, insan olmaklıktan kaynaklı hak tanımlarında ve iddialarında yatıyor. Söz konusu sorun, bir sıralamaya—köken, evriliş, gelinen nokta—oturtacak olursam, şu şekilde seyrediyor gibi: İnsan hakları söylemi, her şeyden önce “insan”la tanımlanan bir var olma biçimini merkezine alıyor. Bu var olma biçimi, eril, sahiplenici, rekabetçi ve insanın mevcudiyetinin süreğen tehdit altında olduğu önkabulünden hareketle savunmaya yönelik (potansiyel) saldırganlık özellikleriyle tanımlanıyor. Öyleyse bu söylemin başlangıç evrelerinde, insan olarak doğanlar, doğuştan “ne” olurlarsa olsunlar ya da toplumsallaşma süreci içerisinde “nasıl” bir “kim”liklenmeye evrilirlerse evrilsinler, kayıtsız şartsız standart haklara sahip oldukları baştan kabul edilmiyor: Öncelikle erkek ve/ya da eril niteliklere sahip olmaları gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, akıl sahibi olmaları -pek tabii ki, belirli bir şekilde detaylandırılan akla sahip olmaları- mülk sahibi olmaları ya da mülk sahibi olma kapasitesine sahip olduklarını kanıtlamaları ve insanlığın ilerleyişine katkı verebileceklerini kanıtlayacak asli özellik olarak rekabetçi olmaları gerekiyor. Kestirmeden gidecek olursak, bu özelliklere sahip olmadığınız takdirde -“akıl”sız (nam-ı diğer “deli” ve/ya da günümüzde inceltilmiş hâliyle “zihinsel engelli”) olduğunuz, erkek cinsel organlarına sahip olmadığınız, eril cinsel ilişki kodlarına uymadığınız ve nihayetinde mülksüz olduğunuz sürece- insani kapasitenizi açığa çıkaracak özelliklere sahip olmamakla haklar söyleminin/pratiğinin dışında kalıyorsunuz.
 
Pek tabii ki, insan hakları temelli mücadeleler tarihi bu tür defoları giderecek şekilde işleyegeldi. Yukarıda kabaca çizdiğim kökensel defolar, özellikle yirminci yüzyılda ve sırasıyla insan haklarının erilliğini ve aklî sınırlarını zorlayan ve yine insan hakları söyleminin sınırları içerisinde -egemenlerin pratiklerinde olmasa da retorikte- büyük ölçüde giderildi. Defoların en zorlusu, mülksüz olunduğu halde insan hakları talebinin yerleşikleştirilmesinden yaşanılageldi. Hemen burada bir parantez açıp, en vahim sorundan en basit soruna doğru hiyerarşik bir çizgi çizmek niyetinde olmadığımı belirtmem gerekiyor. Mülksüzlerin insan hakları iddialarının en zorlu olmasından kastım, mülksüzlük kriterinin henüz insan haklarının söylemsel sınırları içerisine dahil edilmesinde bile sıkıntılar yaşanıyor olması. Öte yandan günümüzde, dünya genelinde ve Türkiye özelinde, böyle bir hiyerarşik çizginin insan haklarının retorik kabulüne rağmen, erillik kıstaslarının, aklî sınırlandırmaların ve mülkiyet fetişizminin, birbirini içten kesecek şekilde pratikte hâlâ işlerliğini koruduğunun altını çizmem gerekiyor.
 
Öyle olmasaydı, bugün nefret suçlarından, eşcinsellere ve translara yönelik her türlü şiddetin genel geçerliğinden, sayısı günden güne artan trans cinayetlerinden, “namus”/”töre” nitelendirmelerine kısıtlanamayacak kadın cinayetlerinden, eril olmayanların ikincilleştirilmesinden, mülksüzlüğünden ve sistematik mülksüzleştirilmesinden, gündelik yaşama hâkim teknik aklı tanımlayan erillikten bahsetmezdik; bütün bu hak ihlallerini gözlemlemez, sayısal verilerle uğraşmazdık. İnsan haklarının retorik çağrışımları egemen olanların söylemsel pratiklerinde yer etseydi, insan hakları söylemi retorikte işaret edileni işaret etseydi, bugün savaşlardaki insan hakları ihlallerini tanımlamaya çalışmaktan ziyade, savaşın kendisinin kategorik olarak bir insan hakkı ihlali olduğunu kabul etmiş olurduk. Öyleyse, insan hakları mücadelesine, cinsiyet kimliği ve sosyal haklar ekseninde eklemlenilirken, bu mücadelenin düşünsel ve pratik düzlemdeki tarihsel seyrinde belirleyici olagelen kökensel defolarını sorunsallaştırmanın zamanı gelmiş olmalı. Bu sorunsallaştırmanın belki de haklar söyleminin ve mücadelesinin merkezinden insanı çıkartmakla başlaması gerekiyor. Zira, yukarıda değindiğim bütün ihlaller insan haklarında imlenen haklar kadar ve belki de daha fazla insan. Diğer bir ifadeyle, alışageldiğimiz anlatım biçiminin aksine bu ihlaller hiç de insanlık dışı değil. İnsanlar tarafından ifa edildikleri, insanlar tarafından meşrulaştırıldıkları, bizâtihi insanlar tarafından yeniden-üretildikleri ölçüde tam da insanı tanımlayan pratiklere dayanıyorlar.
 
Modern dünyada, üstün var olma biçiminin insan tarafından temsil edildiği miti Aydınlanma yaklaşımının tekelinde olageldi. On sekizinci yüzyıldan itibaren insanlık bu düstur temelinde eğitildi. Buna göre, insan aklı daha iyi ve daha insani bir dünyanın anahtarı olacaktı. Eğer söz konusu akıl, yukarıda “teknik” olarak nitelediğim, hesaplayıcı akılsa ve daha iyi bir dünya, insani var oluşun, fiziksel, askerî, teknolojik güce ve bu gücün diğerleri (insan ya da değil) üzerinden yeniden-üretimini sağlayan araçlara sahiplik ekseninde, tahakküm temelli kurulan ve muhafaza edilen bir dünyaysa insanın insan olmaklıktan kaynaklı haklarının zirveye çıktığı bir dönemde yaşadığımızı söylemek maalesef mümkün. Bu hal, Aydınlanma’nın, dünyayı insan aklının deneyimlendiği, diğer bir ifadeyle erkeğin içerisinde yaşadığı mekânı-ortamı-çevreyi sınırsız bir şekilde denetlemesini, biçimlendirmesini, maniple etmesini ve yeniden düzenleyebilmesini sağlayan, araştırma-geliştirme, ilerletme ve yaratma kapasitesi koyutuyla da bağlantılı.
 
Oysa Aydınlanma düşüncesi bağlamında kıyıda köşede kalmış bir başka akıl daha var. Bu akıl her şeyden önce birlikte yaşamanın sorumluluk esası üzerinden mümkün kılınabileceği, zaten insanların öncelikle diğer insanlarla -bugüne tercümesiyle: kendileri gibi olmayanlarla, illâ erkek olmayanlarla, illâ eril kodlarla yaşamayanlarla, illâ hesaplayıcı akla sahip olmayanlarla- birlikte olmadan yaşayamayacaklarının baştan kabulüyle anlam kazanıyor. Diğer bir ifadeyle, insan haklarının kökeninde yatan aklın belirli bir insani varoluş biçimine özgü olarak kodlandığı ve yine belirli bir tarihsel dönemdeki belirli bir toplumsal-siyasal yapı -kapitalizm ve patriarka- içerisinden doğru üretildiği bilgisinden hareketle, alternatif bir haklar söyleminin ve hak mücadelesinin mümkün olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Yine bu hesaba katmada, aklın envai katmanının, envai işleyişinin, bugünkü hesaplayıcı, iktisadi rasyonalitenin üstesinden gelmeyi mümkün kılacak şekilde göz önüne alınması ve bu yapılırken insanın bu dünyadaki ve şu andaki mevcudiyetinin, tanım itibariyle, sadece an itibariyle geçerli olduğu, diğer bir ifadeyle, ezeli ve ebedi olmadığı kabulünden hareket etmek gerekiyor. Belki o zaman, “başka bir dünya mümkün” olur. 
 
Kaos GL Dergisi, Kasım-Aralık 2013, Sayı 133’te yayınlandı.

Etiketler:
İstihdam