16/02/2011 | Yazar: Kürşad Kahramanoğlu

Mısır’da ki olaylar sürecinde Kürşad Kahramanoğlu’na yurtışındaki değişik basın organları ve haber sitelerinden katkı yapması için birçok istek geldi.

Mısır’da ki olaylar sürecinde Kürşad Kahramanoğlu’na yurtışındaki değişik basın organları ve haber sitelerinden katkı yapması için birçok istek geldi. Yazarımızın bu katkılarından bir tanesini bugün yayınlıyoruz.  Yazının orjinalini İngilizce olarak değişik basın organlarında ve yazarımızın kendi sitesi olan www.pinkpope.net ‘de bulabilirsiniz.  

Başkan’a Açık Mektup

Sayın Başkan,

Adım Kürşad Kahramanoğlu ve İstanbul’da basılan günlük BirGün gazetesinde köşe yazarlığı yapıyorum. ABD Başkanları, ülkemde her zaman son derece önemli siyasi figürler oldular ve söyledikleri kaçınılmaz olarak Türkiye’de her zaman haber oldu. Bunun sebebi; ABD Başkanı’nın,  Batı Dünyasının lideri olarak görülmesi ve her zaman Türkiye ve ABD arasında yakın bir stratejik ittifakın bulunması. Bu nedenle de ABD Başkanları, her zaman ülkemde kanaat önderi de oldular. Bu durumu açıkça gösteren en son şey;  Mısır’daki son sorunlar oldu. Medyamızdaki son raporlara göre; Başbakan Erdoğan’ı sık sık arayıp, Mısır’daki halk ayaklanması konusunda fikir teatisinde bulunup duruma çözüm bulmak için yardımlarını istiyormuşsunuz. Bizler aynı zamanda gerek sizin, gerekse de birçok diğer Batı’lı insanın aklında, yıllardır katlanmak zorunda kaldıkları otokratik diktatörlüklere karşı mücadele veren Arap ve diğer Müslüman ülkeler için, Türkiye’nin bir model olabileceğini düşündüğünüz fikrine inandırılmak isteniyoruz. 

Eğer bu bir AKP veya taraftarlarının yaptığı bir propaganda değil de, doğru ise; size bu yaklaşımınızın “Oryantalist bir yaklaşım” olduğunu söylemeliyim, çünkü Türkiye’yi demokrasi olarak tarif edebilmek, geniş bir tahayyül gücü gerektirir. Bu ülkeyi örnek bir demokrasi olarak gösterebilmek, göreceli bir kavram olsa gerek.

Sayın Başkan; adı demokrasi olan ülkemin dini, etnik ve sosyal azınlıklarının içinde bulundukları durumu, size biraz izah etmeme müsaade etmenizi rica ediyorum.

AKP hükümetleri döneminde, insan hakları konuları tek bir konuya indirgenmiştir. Neredeyse son on senedir bizleri idare edenlerin gözünde ve dilinde insan hakları ihlalleleri, sadece İslam’a göre başlarını örtmek isteyen kadınların haklarıyla sınırlı kaldı. Türkiye’nin en büyük dini azınlığı, bizlerin “Alevi” dediği gruptur. Türkiye’de Aleviler, sayıları milyonları geçen ayrı kültür ve inançları olan büyük bir azınlıktır. Aleviler her ne kadar Şii Mezhebinin bir kolu olarak sınıflandırılsalar da, değişik Şii Mezhebi branşları arasında büyük gelenek ve inanç farklılıkları var. Mesela, pratikte Aleviler ile İran Şii’leri arasında hemen hemen hiçbir ortak nokta yok gibi.  Aleviler camilerde değil, “Cemevi” dediğimiz mekanlarda dini vecibelerini yerine getirir. “Ayin-i Cem” veya kısaca “Cem”, içinde müzik ve dans (Semah) içeren, kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları ritüellerdir. Bu ritüel ve dualarda Aleviler, Arapça yerine büyük bir çoğunlukla Türkçe kullanır. Türk devleti, Alevi anne ve babaların bütün itirazlarına ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına rağmen, parlamentosundan geçirdiği bir kararla bu ailelerin çocuklarına devlet okullarında mecburi, çoğunluk Sunni Mezhebi değerlerine dayanan dini eğitimi mecburi kıldı. Hükümet, sistematik olarak Alevi köylerine istenmeyen camiler yapıyor ve bu camilere Sunni imamları, bizlerden topladıkları vergi gelirlerinden maaşlarla, devlet memuru olarak bomboş camilerde görev yapmak için atıyor!

Türkiye’deki en büyük etnik azınlık grubumuz Kürtler. Türkiye’de hemen hemen herkesin hemfikir olduğu konu; Kürt sorununun en büyük sorunumuz olduğu.  Birkaç sene önce bu “örnek” hükümet, Kürtlere karşı var olan kurumsal ayrımcılığı önlemek için, pek öğündükleri bir “Kürt Açılımı” başlattı. Nihayet Kürtler çalışırken, konuşurken, çocuklarını eğitirken kendi dillerini kullanabilecekler ve dillerini kullandıkları için kriminal konumuna düşmüyeceklerdi. Maalesef kaçınılmaz milliyetçi baskı kendini gösterir göstermez ve de yaklaşan genel seçimler nedeni ile “Kürt açılımı”nın adı “Demokratik Açılım”a çevrildi. Bir iki kazanılmış hürriyet ve insan hakkı unutuldu, açılımın manası falan kalmadı ve onlarca Kürt lider, bazı seçilmiş Belediye başkanları dahil, kendilerini hakimlerin önünde buldular. Hukuki süreç devam ediyor ve bu insanlar kendilerini ana dillerinde müdaafa edemiyorlar.

Homofobi, bugün Türkiye’yi idare eden hakim sınıflarda yaygın. Aile ve çocuklardan sorumlu devlet bakanı Aliye Kavaf, daha geçen sene “homoseksüalitenin biyolojik bir hastalık” olduğuna inandığını, basına açıkladı. Yeni bir anayasa yazmak için görevlendirilmiş TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun, “Eşcinseller de haklarını istiyorlar. Verecek miyiz? Tabii ki hayır” dediğini biliyoruz. Bu iki politikacı da, halen iktidar kanadındaki pozisyonlarını koruyorlar.

Bu arada aynı Burhan Kuzu, beni mahkemeye vermiş durumda. Geçen sene köşemde; kendisinin geçtiğimiz yüzyıldan kalma bir politikacı olduğuna inandığımı yazdığım yazımda, hakaret unsuru olduğu iddiasında. İki sene hapis ve 10 Bin TL’si para cezası talep ediyor. Batı’da gülünç ve inanılmaz gibi görülen böyle bir hukuki süreç, Türkiye’de politik ve sosyal içerikli yazan her kişinin başına kolayca gelebilir. Basın özgürlüğü konusunda, dünyanın en kötü ülkelerinden birisiyiz. Halihazırda 50’nin üzerinde gazeteci, düşüncelerinden dolayı hapiste.

Türkiye’de insanlar, gittikçe artan bir şekilde mahkemelerin politikleştiğine ve yazar, akademisyen ve entellektüellerin otosansür seviyelerinin bugüne kadar görülmemiş bir düzeye ulaştığına inanıyorlar. Hukukun üstünlüğü konusunda garanti ve güvencemiz yok çünkü, hukuk sistemimiz büyük haksızlıklar yaratabilecek bir yavaşlıkla çalışıyor. Davalarının sonuçlanmasını bekleyen hapishanelerimizdeki tutuklu sayısı, ceza yemiş hükümlü sayısının üzerinde.

Başbakan Erdoğan ile gerek telefonla yaptığınız fikir teatileri, gerekse de yüz yüze konuşmalarınızda, size ekonomimizin başarılarından övünçle bahsetmiş olabilir. Bizler sık sık duyuyor ve okuyoruz ki, Türkiye dünyanın 16. en büyük ekonomisi olmuş. Ne var ki BM istatistiklerine göre; memleketimde aynı zamanda da çok yüksek bir işsizlik var. Özellikle genç işsizliği ülkemde tehlikeli boyutta. Yine BM’lere göre; genç işsizliğinde dünyadaki yerimiz ilk 5 içerisinde.

Sayın Başkan, size Türkiye’nin içinde bulunduğu durum hakkındaki düşüncelerimi yazıyorum. Çünkü yine Türk basınında, ülkenizin istihbarat servisleri tarafından, Mısır’daki durum hakkında zamanında ve yeterli bilginin size ulaşmadığı konusunda şikayetciymişsiniz. Lütfen, Türkiye hakkındaki kaynaklarınız neresi olursa olsun, her duyduğunuza inanmayın. Burası mutlu bir demokrasi, hukukun üstün olduğu ve insan haklarına saygı duyulan bir yer değil. Tunus’da başlayan ve Mısır’da her gün takip ettiğimiz benzer bir durum, Türkiye’de de mümkün olabilir.

Şu anda Türkiye’yi idare eden hükümet, son 8 senede 2 seçim zaferi kazandı. Önümüzdeki 5, 6 aylık dönem içinde bir zafer daha kazanabilir ama bu zaferler, yetersiz seçim sistemimizin bir sonucu. Venedik Komisyonu’nun (bu Komisyon Avrupa Konseyi’nin anayasa konusunda bağımsız hukukçulardan kurduğu bir danışma komitesi) koymuş olduğu standartlara uygun olmayan bir baraj sistemimiz var, %10. Bu gerek ülkede, gerekse de parlamentoda azınlık seslerinin duyulmaması demek. Umarım Türkiye’nin liderleri veya demokrasi anlayışları onlara benzeyen diğer liderlerle gerçekleştireceğiniz önümüzdeki toplantılarda mesajınız açık olur: “Demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü önce kendi memleketinde uygula!”

Mektubumun girişinde de belirttiğim gibi, bunu yapmaz veya bu tavsiyeyi, Mısır’da olduğu gibi ülkede isyan başladığı noktada yaparsanız, bu “Oryantalist bir yaklaşım” olur. Bazı ülkeler için demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü varken, diğer bazı ülkeler için sulandırılmış ikinci sınıf demokrasi, hukuk ve insan hakları olamaz. Bu kavramlar evrensel değerler üzerine mi, yoksa göreceli değerler üzerine mi kurulu?

Sayın Başkan, sizden bir yanıt beklemiyorum, hatta mektubumu okuduğunuzun bir işaretini dahi almayı ummuyorum. Lakin Batı’da mümkün olduğu kadar çok insanın bu mektubu görüp okumasını diliyorum, çünkü Türkiye veya Mısır’da yaşayan bir azınlık mensubu New York, Paris veya Londra’da yaşayan insanlar kadar demokrasi ve insan haklarını hak ediyor ve bir hukuk devletinde yaşamak istiyor. Ben bu kavramların, evrensel değerler üzerine kurulduğuna inanıyorum.

Mısır’da veya Tunus’da veya dünyanın herhangi bir başka ülkesinde; aş, iş, hak, hukuk isteyen insanlara bizim Türkiye’deki demokrasiyi önermek, bu insanlara ikinci sınıf demokrasi ve özürlü insan hakları önermektir. Dünyanın bütün insanları; dinleri, cinsleri, ırkları veya cinsellikleri ne olursa olsun, demokrasiyi, insan haklarını ve hukukun üstünlüğü olan bir ülkede yaşamayı istiyor ve hak ediyorlar.

Saygılarımızla

Kürşad Kahramanoğlu

Birgün - İstanbul

Şubat, 2011


Etiketler: yaşam, siyaset
nefret