05/12/2009 | Yazar: Yıldırım Türker
Beyoğlu’nu tanıyan, İstanbul’un bütün insanlarını tanır sonunda. Beyoğlu’nun tarihi üstüne çok şey söylenebilir elbet.
Beyoğlu’nu tanıyan, İstanbul’un bütün insanlarını tanır sonunda. Beyoğlu’nun tarihi üstüne çok şey söylenebilir elbet. Naum Duhani’nin dökümünü çıkarttığı, Reşat Ekrem Koçu’nun ballandırdığı gerçekten de heyheyli bir tarihi var Beyoğlu’nun. Salah bey tarihinden kahvelerini, insanlarını; Scognamillo’nun tarihinden sinemalarını; Murat Belge’nin rehberliğiyle binalarını, sokaklarını bir bir selamlamak mümkün. Asmalımescit’e kadar yürürsek Fikret Adil’i anarız. Eric Ambler’in 50 yıl önce yazdığı bir roman da Asmalımescit’in bir barında, Avrupa’nın dört bir yanından gelip İstanbul’da mevzilenmiş casusların, müthiş revü kızlarının orta yerinde başlar. Bilge Karasu’nun Lağımlaranası diyesi olduğu Beyoğlu, nam-ı diğer Pera üstüne çıkılan edebi bir yolculuğun sonu gelmez.
Herkes, kendi dostlarının tercih ettiği mekanlara çadır kurup sabahlara kadar eğlenir. Sonsuz seçenek sunuyormuş gibi görünen Beyoğlu, aslında keskin bir ‘kast’ sistemiyle dokulanmıştır. Herkes, her yere gitmez. Yaşlısı genci, varsılı yoksulu, Türk’ü Kürd’ü, eşcinseli travestisi birbirine yakın lakin farklı yerlerde çatı bulmuş, kendi Beyoğlularını oradan doğru yazmaktadırlar. Geceleri neşeyle hoplaya zıplaya kendi inlerine doğru koşarken ana caddede karşılaşırlar. Birbirlerinden pek hoşlanmazlar. Mucizenin bir başka geceye ertelendiği sabaha doğru sarhoşluğun ve düş kırıklığının yakınlaştırdığı değişik çetelerden insanlar ya işkembeci dükkânlarında ya da sandviççilerin önlerinde bir arada karınlarını doyurur. Bu gece şehrine kaybolmaya gelmiş ama bu kez kaybolmayı becerememişlerdir. Gecenin vitrinleri onları usulca evlerine yollarken kaçamak bakışlarla diğer gececileri izler, kimi zaman geceden yeterli serüven devşirememiş oldukları duygusuyla onlarla itişip kakışırlar. Çünkü Beyoğlu’na sıkça gidenler, oburlardır. Onlar görmeye, insanlarla konuşmaya, sevişmeye, yemeye, içmeye doyamayan lanetli kullardır.
Beyoğlu gecelerinin çocukları da var. Ellerinde kâğıt mendiller ya da tartı makineleri, gelen geçenin eteğine asılıp birkaç kuruş kazanmak için çırpınan bebekler. Belki anaları bir vitrinin hemen içine oturtulmuş, hamur yoğuran kadınlardan. Belki ‘adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarından’. Bir de tinerci çocuklar. Köşelerde ateşler yakıp ısınmaya çalışan, kapkara suratlı barksızlar.
Geceler de zaten onların tanıklığında yaşanır. Küçük ev sahipleri, konuklarını aşkla ağırlar, onlara vicdan azabı ikram ederler.
Beyoğlu’na bir düştün mü, Beyoğlu lamı cimi yok, ‘hep arkandan gelecektir’. Değil mi ki Beyoğlu’nun sonsuz vaatlerine bir kez kulak asmışsın, ondan sonra hangi gece, hangi sokağında, hangi köşebaşında yıkılıp kalacağını bilemezsin. Kalabalık içinde iliklerine kadar kaybolup, gözlerini bambaşka, o ana kadar görmemiş olduğun bir dünyada açacaksın diye bekle dur. Beyoğlu sürekli vaatler savuran, ima ettiği serüvenleri sana bir türlü yaşatmayan hilebaz bir aşık gibi seni oyalar. Her an değişen çehresiyle bir türlü içine giremediğin, kokulu ve oyun dolu labirentine uzaktan bakarsın. Çünkü tarihin bu gizem dolu, aşırılıklar şehri çoktandır bir film setinden farklı değildir. Senin de hep arkandan gelen, heyecanını kabartan, rüyalarına giren aslında şimdiye çizili Beyoğlu değil, Beyoğlu’nun mitolojisidir. Beyoğlu aslında rüyana giren mitolojik bir geçmiş zaman şehrinden başka bir şey değildir. Beyoğlu geceleri, inatçı arkeologların, kafalarında binbir kadim hikâyeyle dalıverdiği bir arka bahçedir.
Etiketler: yaşam, gezi/mekan