27/04/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

24 Nisan’ı geride bıraktık. Bu yıl bu korkunç gün, Türkiye’de de anıldı.

24 Nisan’ı geride bıraktık. Bu yıl bu korkunç gün, Türkiye’de de anıldı. İHD Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu da 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a sürülen 220 Ermeni aydını için Tütün Deposu’nda bir etkinlik düzenledi.
‘24 Nisan 1915 ve Ermeni Aydınlar: Tutuklandılar, Sürüldüler, Bir Mezar Taşları Bile Olmadı’ isimli etkinlikte okunan hayat hikâyelerinden dördünü burada size kısaltarak aktarmak istiyorum. Bu topraklarda birlikte yaşayageldiğimiz insanların acısını paylaşmadan, zulüm görenleri unutuluşa gömmeye çalışarak tıkanıp kalacağımıza, kavruk inkârcılar olarak istediğimiz dünyada yer bulamayacağımıza inandığımız için. Bu acı, hepimizin acısı, diyebilmek için. 

Krikor Zohrab
Döneminin, gerek Ermeni toplumunda, gerekse Osmanlı düşünce yaşamında en parlak kişilerinden... Gazeteci, yazar, hukukçu, milletvekili...
26 Haziran 1861’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini, Mahrukyan, Tarkmançats ve Katolik Lusaroviçyan Ermeni okullarında tamamladı. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nin Mühendislik Bölümü’nden yol ve köprü mühendisi olarak mezun oldu. Ermenice Lırakir’de ilk yazıları yayımlandı. Klara Yazıcıyan’la evlendi, Dört çocukları oldu.
1908’de Paris’e zoraki göçün ardından bir yıl sonra İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla memlekete döndü.

Nor Or (Yeni Gün) gazetesini yayımlamayı başladı. Ermeni Cemaat Meclisi’ne en yüksek oyu alarak seçildi; ilk genel seçimlerde Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda İstanbul mebusu oldu.
1912’de ikinci genel seçimlerde, üç ay sonra feshedilecek olan meclise yeniden İstanbul mebusu olarak seçildi.
O, bir edebiyatçıydı. Roman, şiir, eleştiri, makale ve kısa öyküler yazdı. Yapıtları Türkçe’ye de çevrildi. Çağının çok ilerisinde bir kısa öykü anlayışı sergiledi. Yapıtlarında dilde sadelik, halk sevgisi ve gerçekçilik ayırt edici özelliklerindendi. 
Yerleşik değer yargılarını, varlıklı kesimin ikiyüzlü ahlak anlayışını eleştirdi. Yoksul ve yoksunlardan yana oldu. Öykülerinin kahramanları, küçük insanlar, hizmetçiler, suçlular, kaçakçılar, küçük esnaf, küçük memurlardı. Kadınlar çoğu kez öykülerinin merkezinde yer aldı.

Hukukçu olarak Zohrab, Abdülhamit istibdadı altında zor ve tehlikeli siyasi davaları aldı, rejim düşmanı sayıldı. İstibdadın son yıllarında avukatlıktan men edildi. 1908’de Paris’ten döner dönmez Hukuk Fakültesi’nde ceza hukuku dersi hocalığına davet edildi. 1909’da ders notları yayımlandı.
Siyasetçi Zohrab, farklı kimliklerin Osmanlılık temelinde bir aradalığını savundu. Özellikle Ermenilerle Türklerin kardeşliği için mücadele etti. Kendini bu yüzden hem Ermeni, hem de Osmanlı olarak tanımladı. Yalnızca Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirmedi, bir bütün olarak Osmanlı toplumunun ve devlet yapısının
modernleşmesi için çalıştı.
31 Temmuz 1908’de, Taksim Belediye Bahçesi’nde,  Meşrutiyet-i Osmaniye Kulübü adına 10 bin kişilik bir topluluğa Türkçe hitap etti:
“Ey hür Osmanlılar! Hür vatandaşlar!” seslenişiyle başlayan konuşmasını şu sözlerle bitirdi:
“Dinimiz muhtelif, mezhebimiz birdir. Hepimiz hürriyet mezhepdaşlarıyız.”
Siyasetçi Zohrab, üç dönem milletvekili seçildi. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının ‘sosyalist’ olarak anılan, en aktif milletvekillerinden biriydi ve etkileyici konuşmasıyla ünlüydü.

Meclis’teki zina tartışmasında ‘veled-i zina’, yani gayrımeşru çocuk konusunda yaptığı ünlü konuşmasında, “...(öyle) bir Mecliste hâkimiyet icra ediyoruz ki, biz orada hem müddei (savcı), hem de hâkimiz. Erkekler, kadınlar üzerinde olan hukukunu tahkim etmek için uğraşıyorlar... Bu cürümde (zina) en büyük kabahat erkeklerdedir,” dedi. Kanunda geçen ‘Veled-i Zina’ için ise, şöyle diyordu: “20. asırda... ben bu nesebi tahrip meselesini anlayamıyorum... Kurun-u vustada (ortaçağda) asilzadelik davaları vardı. O asırda ben falanın oğluyum, falan benim ecdadımdandır, bu veled-i zinadır, piçtir tabirleri vardı.
20. asrın şerefi için ve bütün insaniyetin şerefi için bu tabirleri şiddetle reddederim; bundan sonra yeryüzünde yalnız insanlar vardır, veled-i zinalar, piçler yoktur.”
24 Nisan 1915.. Bir gecede 250 Ermeni aydın tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a tehcir edildi.
26 Nisan 1915.. Zohrab Patrik Zaven’e koştu, kaleme aldığı yazıyı, Patrik ve diğer delegelerle birlikte, Sadrazam Sait Halim Paşa’ya sundu.
28 Nisan 1915.. Tutuklamaları durdurmak için Talat Paşa’ya tekrar yazılı başvurdu. Kaçıp canını kurtarabilecekken son ana kadar bir şeyler yapabileceği umudunu yitirmedi ve temaslara devam etti.

20 Mayıs 1915 Oysa sıra ona gelmişti. Erzurum milletvekili Vartkes Serengülyan ile birlikte tutuklanarak Diyarbakır’a doğru yola çıkarıldı.
Urfa yakınlarında İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet ve Nazım tarafından başı taşla ezilerek öldürüldü.
Yolda, eşi Klara’ya yazdığı 15 Temmuz 1915 tarihli mektubu şu sözlerle son buluyordu:
“Sevgilim, bir tanem, artık bizim için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki daima birbirini sevsinler, sana tapsınlar ve kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar.”

Rupen Sevag
Ermeni şiirin en büyük isimlerinden Rupen Sevag’ın asıl adı Rupen Çilingiryan...
Silivri’de doğdu. İlköğrenimini orada tamamladıktan sonra Bahçecik’e geçti, sonra Berberyan Okulu’na devam ederek 1905’te mezun oldu.
Başöğretmeninin telkin ve tavsiyeleriyle İsviçre’nin Lozan şehrine gitti. Buradaki Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra birçok hastane ve kliniklerde çalıştı ve bilimin bu dalının sırlarını inceledi.

Sanat sazını, Hipokrat yemini ettiği ve eğitimini aldığı bilim dalı için terk edemedi ama insanlığa olan aşkını, vatan ve insan sevgisini, hem mesleği olan tıp dalında hem de edebiyat alanında çalışarak terennüm etti.
Ermeni kökenli hekimler I. Dünya Savaşı öncesi, tüm Osmanlı coğrafyasında emsal teşkil edecek bir kampanya başlatmışlardı. Amaç, hekimlerin, çağın yeni bilgileri ışığında, konferanslar ve açıkoturumlarla yetilerini geliştirmekti.

Dr. Rupen Çilingiryan, nam-ı diğer Sevag, bu kampanyaya aktif şekilde katıldı. Onun dikkat çekici ve ufuk açan konuşmaları, yankı uyandırdı. Bakırköy’de vatanî gö-revini, her Osmanlı vatandaşı ve yurttaşı gibi, tabiatıyla yerine getirirken, bu konferanslardan biri vesilesiyle ayakta alkışlandı. Ertesi gün de Çankırı’ya ‘tehcir’ edildi, bir daha hiç geri gelmemecesine!
Onu Çankırı’daki kafileye kattılar. Şehirde hep korku içinde, gözetim altındaydılar. “Ayaş’a gideceksiniz!” diye toplananların öldürüldüğü haberleri geliyordu kulaklarına.
Çankırı’da, sıcak bir ağustos günü, Rupen Sevag, şair arkadaşı Taniel Varujan’ın da dahil olduğu beş kişilik bir grupla yola çıkarıldı. Aynı günün akşamı Tüney köyü yakınlarında öldürüldükleri haberi geldi. “O gece, saat 12.00’den hemen önce öldürüldükleri haberini aldık. Haber Tüney’den Çankırı’ya telefonla ulaşmıştı. Polis şefi Nurettin ve İttihat Partisi genel müfettişi Oğuz, bu ölümcül haberi neşeyle karşıladılar.”

Siamanto
Asıl adı Adom Yarcanyan. Edebiyat tarihine Siamanto olarak geçti. Ermeni edebiyatında ‘Lirik Şiir’in en iyi temsilcisi olarak tanındı. Sorbonne’da felsefe okumuş, döneminin parlak entelektüellerindendi. 24 Nisan tutuklamaları sırasında diğer Ermeni aydınlarıyla aynı kaderi paylaştı. Onu Rober Koptaş’tan dinleyelim. 20 Ocak 2009 tarihli Agos gazetesinde yayımlanan yazısının ‘Siamanto: Acıya Tanık’ bölümünde şöyle anlatılıyor: “...Manchester’daki ‘Vağvan Tzaynı’ (Yarının Sesi) gazetesinde yayımlanan ilk eseri ‘Aksorvadz Khağağutyun’dan (Sürgün Edilmiş Barış) itibaren, 1894-96 yıllarında Anadolu’da yaşanan katliamların yarattığı dehşeti anlattı. Düşsel bir dünyada, acının, ölümlerin, yok olan ve yeşeren ümitlerin şiirini yazdı.
Haksızlıklara karşı koyma, adalet arayışı, intikam ve bağışlama duygusu, ışık ve güzellik ideallerini anlattığı büyülü,
simgesel üslup, onu, Minas Tölölyan’ın ona verdiği ve benimseyip mahlas yaptığı o güzel ismiyle, Siamanto deyişiyle ‘kitlelerin tapındığı’ bir şaire dönüştürdü.” 

Taniel Varujan
1884’te, Sivas’ın Pırtnik köyünde doğdu. 12 yaşında İstanbul’a geldi; Beyoğlu ve Kadıköy’de okudu. Yüksek öğrenimine Brüksel’deki Gandhi Üniversitesi’nde başladı.
Üniversite yıllarında şiirleri, ‘Pazmaveb’, ‘Keğuni’, ‘Anahid’, ‘Şirag’, ‘Razmig’, ‘Hayrenik’ gazetelerinde yayınlanınca büyük bir dikkat çekti. Üniversiteyi bitirdiğinde Meşrutiyet’in ilanıyla, diğerleri gibi heyecanla İstanbul’a döndü. Diplomat olmak için eğitim aldığı halde 1909’da yaşam çizgisinde radikal bir değişiklik yaparak öğretmenliğe başladı.
1912’ye kadar, Sivas ve Tokat’taki birçok Ermeni lisesinin müdürlüğünü yaptı. 1912’de İstanbul’a döndü ve başına geçtiği Beyoğlu Ermeni Katolik Lusavoriç Okulu’nda çok sayıda değerli öğrenci yetiştirdi. Eserleri arasında ‘Sarsurner’ (Ürpertiler), ‘Çartı’ (Kıyım), ‘Dırdunçk Demircibaşyani’ (Demircibaşı) yer alıyor.

En ünlü kitabı, şiirlerini topladığı ‘Hatsin Yerkı’ (Ekmeğin Şarkısı) idi. Bu eserini Teotig’in deyişiyle, ‘sevgili eşinin’, ‘baskıcı rejim zabitlerinin elinden zor kurtardığı’ bilinir. Yoksulluğun, alın terinin, emeğin, aşkın ve yurtseverliğin, kendine özgü şarkıcısı ve olağanüstü şairi, hayat dolu bir hayal gücüne ve görülmemiş bir üretkenliğe sahipti.

Etiketler: insan hakları
İstihdam