31/05/2014 | Yazar: Yeşim T. Başaran

O gece ‘Bu ülkenin bütün siyasetçileri, köşe yazarları, akademisyenleri, örgütleri, görüşleriyle topluma yön verenleri bu kalabalığın gerisinde kaldı’ diye düşündüm.

O gece “Bu ülkenin bütün siyasetçileri, köşe yazarları, akademisyenleri, örgütleri, görüşleriyle topluma yön verenleri bu kalabalığın gerisinde kaldı” diye düşündüm. Çünkü yaşadıklarımız o güne kadar duyduğum, okuduğum hiçbir şeye benzemiyordu.
 
Gezi direnişi sadece polis saldırdığı zaman hiçbir yere gitmeyerek direnmek idiyse, gezi direnişi bitmiş olabilir. 2 hafta boyunca devletsiz yaşama deneyimimiz idiyse, gezi direnişi bitmiş olabilir. Yok eğer gezi direnişi bu deneyimlerle değişmiş olan halimizle yaşamın her yerinde eyliyor, değişiyor, dönüşüyor olmamız ise, hayır gezi direnişi bitmedi, hakikaten de “bu daha başlangıç, mücadeleye devam”.
 
Kaos GL dergisi, Eylül-Ekim 2013, #direnayol, sayı: 132
 
Binalar ve ağaçlarla sarmalanmış, koyu gri ve kahverengi havası sokak lambalarıyla aydınlanan boş sokaklardan geçerken geceleri, direnişin siluetlerini izliyorum. Her yer Taksim, her yer direniş ya, hiç tencere-tava çalmamış bir sokakta bile görüyorum izlerini. Kulağımda direnişin şarkıları çınlıyor “Everyday I’m Chappuling”, “Düşman bile kalmadı baksana”, “Çarşı, gerekirse kendine bile karşı”, “Almaya geldik dostlar, tutsak bedenlerinizi”...
 
28 Mayıs günü Gezi Parkı’na gidenler, 31 Mayıs’ta bizi çevreleyen hayatın yırtılıp başka bir gerçekliğin açığa çıkacağını ve bu gerçekliği çok seveceğimizi bilmiyorlardı. 31 Mayıs akşamı “yeter yahu” diye gaz maz dinlemeyip şehirlerin meydanlarına akan bizler karşımıza neyin çıkacağını bilmiyorduk. Sadece orada olan ve oraya doğru giden arkadaşlarımın varlığına güvendim yoldayken, ulaştığımda ise ne kadar kalabalıkmışız, güvenecek ne çok insan varmış, gördüm. Dakikalar içinde öğrendik direnişin pratik bilgisini, koşmana gerek yok, sakin, geçecek. Hemen öğrendik ve bir arka sokakta paylaştık bu bilgiyi. Nereye gideceğimizi bilmez halde yürürken “burada ne yapıyoruz, ne yapacağız” soruları vardı aklımda. Önlerde polisle karşı karşıya olanlar olmasaydı, bizlerin gaz bulutları altındaki sokaklarda ne yapacağımızı öğrenecek vaktimiz olmayacaktı, arkadaki bizler olmasaydık önlerdekiler polise karşı direnemeyecekti. Önlerdekiler kimlerdi, 2 hafta boyunca Taksim’in etrafını saran barikatları kuracak olanlar kimlerdi, bilmiyordum. Barikatları, şiddet ve baskıyla itildikleri darlaştırılmış siyaset alanları nedeniyle toplumda bir etkileri olmasa da varlıklarına inatla devam eden sol örgütlerin yıllarca biriktirdikleri deneyimlerle kurduklarını varsaydım. Sevdim onları, hiçbir şey boşuna değilmiş diye düşündüm. Taksim sokakları devletin değil insanların yaşam alanı olduğunda sokaklara astıkları yazılarda, bu direnişte kendilerini halkın önünde değil yanında konumlandırdıklarını imleyen cümleler okudum. Onlarla gurur duydum. Her ne kadar meydandaki gövde gösterisi bana anlamsız gözükse ve 200’e yakın örgütten oluşan Taksim Dayanışması yaptığı toplantılarda sokaktaki pratiği 2 gün geriden izlese bile. Bu arada yanlış varsaymışım ya, barikatları bu, şu, o değil, herkes kurmuş! Orda olup da görmemiş olanlarla paylaşmak isterim: 31 Mayıs gecesi İstiklal Caddesi’nde önlerle arka arasında müthiş bir devr-i daim başladı. Yorulan arkaya, bilenen öne geçiyordu. Önden kanlar içinde yaralılar geliyordu bir yandan. Hem korkutucu, hem öfkelendirici. Bir süre sonra, “noluyor orda, biz de gidelim” dedik. Ama meydanın bir kaç sokak ilerisine kadar kalabalık o kadar sıkı bir şekilde duruyordu ki, önlere gidemedik.
 
Sadece twitter değil, sokaklar da baş belasıydı. Sokaklarda çok hızlı yayılıyordu bilgi. Dezenformasyon nasıl elenir, bilgiyi alırken nasıl sorgularsın çok çabuk öğrendik. Yanıbaşımda liseli bir genç telefondaki arkadaşına bir gazeteci edasıyla soru sorarak, onun bulunduğu yerde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu, N’in 5’ini de K’yı da atlamadan. Yanındaki arkadaşlarına baktım, 16-17 yaşında liseli kızlar, oğlanlar. Kuşağım müsait, aklımdan geçti, yalan yok “çocuğum annen bu saatte nerede olduğunuzu biliyor mu?” Sormadım tabi, o kadarcık özgürlükçü aktivizm terbiyem var çok şükür. Onlara sormadım, ama yanıtı bir iki gün sonra duvar yazılarında okudum “Yok anne biz arkalardayız zaten”, “Merak etme anne önden gitmiyorum, hep beraber yürüyoruz”.
 
31 Mayıs gecesi hani ortada direnişe damgasını vuracak bir kaç slogan dışında bir söylem yok, sadece eylem içindeyiz. Oraya yürüyoruz, buraya yürüyoruz, birbirimizi izliyoruz, her ses ve gaz bombasına “yuuuuhhh” diye cevap veriyoruz. Daha yazılar nakşedilmemiş duvarlara. Bir yandan kendi bireysel deneyimim ve duygularım içinde yüzüyorken, bir yandan da tanımadığım kalabalığın içinde onlarla tek vücud olmuş gibi hissediyorum. O an sokakta cesur olanlar arasında değilim. Korkuyorum. Etrafımdaki bir-iki arkadaşım dışında kimseyle konuşmuyorum. Ama nasıl oluyorsa o kalabalığı izlerken anlıyorum, elimden tutuyorlar. Kulağıma “neden korktuğunu anlıyoruz” diye fısıldıyorlar. Aslında onları izleyerek kendim anlıyorum o zamana kadar neden korktuğumu. Henüz 90 kuşağıyla ilgili yazılanları okumamıştım. Çünkü yazılmamışlardı. O gece “bu ülkenin bütün siyasetçileri, köşe yazarları, akademisyenleri, örgütleri, görüşleriyle topluma yön verenleri bu kalabalığın gerisinde kaldı” diye düşündüm. Çünkü yaşadıklarımız o güne kadar duyduğum, okuduğum hiçbir şeye benzemiyordu. Bir kaç gün sonra yazmaya başladılar. Belki o ana kadar sokakta olmanın yazmak/konuşmaktan daha gerçek olduğunu düşündüklerinden, belki de henüz olan biteni anlamamışken yanlış bir kelam etmeye korktuklarından. Ama yazmaya başladıklarında “90 kuşağı” diye indirgediler ya olan biteni, “yuh yahu” dedim.
 
Evet 90 kuşağı artık yetişkin, evet sokaklarda, ama olan biten onlarla sınırlı değil, onlarla birlikte yaşanıyordu. Başbakana hakkı verildi “öyle zulmettin ki, beşbenzemezleri biraraya getirdin” diye. Evet, hakkını vermemiz lazım. Bir yandan küreselleşme, bölgede yetkin güç olma politikaları nedeniyle kolay kolay “kül yutmaz” bir toplum yaratırken, bir yandan da bedenlerimize ve içinde yaşadığımız mekânlara yönelik şiddeti ve yağmayı organize etmesi tahammül sınırlarımızı zorladı. Kapitalizm baktı ki üretim sektörü yetmiyor, hizmet sektörünü yarattı. Hizmet sektörü para kazanmak için tüketiciye “sen çok özelsin, sensiz olmaz” mesajı verip durdu. Çok değil 10-15 yıl önce “mücadele etmeyi vaadedilen hizmeti almak için hakkını aramak zanneden bir kesim var” diye düşünürken, bu kesim 2013’te düşünebileceğimiz en radikal halle sokaklara dökülüp haklarını istedi. Sokaklarda kelimenin gerçek anlamıyla “anarşi” yarattı.
 
Bildiğim pek çok şey direniş günlerinde elekten geçiyor tek tek. Ya silinip yok oluyor, ya da bilgi olmaktan öteye geçip yaşantılanmış, yaşama yayılmış ve artık yok olmayacak bir gerçek haline geliyor. Önceleri LGBTI aktivizmi deneyimim nedeniyle sandım, ama sonra gördüm ki alakası yok. Sadece LGBTI değil, hepimiz müthiş yalıtılmış, bir yandan tam ortasındayken hayatın bir yandan marjinalize edilmiş deneyimlerden geliyorduk. Marjinalle sıradan, umutsuzla enerjik, kötümserle iyimser, kızgınla Polyanna, madiyle uyumlu hepimiz aynı ruh haliyle sarıp sarmalanmışız ne marjinal, ne umutsuz, ne kötümser, ne kızgın, ne madi kalmış. Kaç tane “gitmeliyiz bu ülkeden” diyen arkadaşımı o gece ve devamlarında sokakta bulutların üzerinde gezerken gördüm; kaç tane “bu ülkede yaşanmaz arkadaş” deyip uzaklara gitmiş tanıdığım, atladılar uçaklara Türkiye’ye geldiler.
 
Mayıs sonundan beri bir yandan yaşıyor bir yandan deneyimlerimizi paylaşıyor/tartışıyoruz. Dergiler ve sosyal medya, benzer bir ruh hali kazanından fırlamış çeşit çeşit deneyimin istilası altında. Tıpkı sokakta bir parçası olduğumuz gibi, kişisel deneyimlerimiz de bu tartışmaların bir parçası. Tüm bunları yaratan ve hâlâ yaşatan en temel şeyi, kişisel deneyimlerin daha ilk günden anonimleşerek sosyal medyada dolaşıma girmiş olmasına bağlıyorum. Kimsin diye bakmadan birbirimizle konuşmaya başladık. Her konuşana ilgi ve merakla kulak vermeye başladık. Farklı düşünceleri dinlemeye tahammülümüz arttı, farklı düşüncelerimizi korkusuzca anlatma isteğimiz arttı. Biri bana “yıllar sonra bir gün sokaklarda çöp topladığın için, müthiş bir kalabalık içerisinde bir standdan diğerine malzeme taşımaya çalıştığın için kendini çok mutlu hissedeceksin, huzur duyacaksın, evren çevrende genişleyecek, kalbin dünyaya karşı sevgiyle dolacak” demiş olsaydı, “Taksim’de devlet iki hafta ara ara şiddet ve taciz uygulamak dışında bulunmayacak, tüm sokaklar insanların olacak, orada yeni bir yaşam yaratılacak, sen de bir gece tek başına, cebinde 5 kuruş para yokken, telefonunun şarjı bitmişken, etrafında maskeli, deniz gözlüklü dolaşan insanlar arasında kendini hayatında hiç olmadığın kadar güvende hissedeceksin” demiş olsaydı, “etrafta devlet yokken meydanda kurulmuş bir sahnede Pink Floyd bangır bangır “We don’t need no education” diye bağıracak ve sen kollarını havaya kaldırmış, tüylerin diken diken meydanda dolaşacak, içinde bulunduğun garip hal çevredeki insanlar tarafından izleniyor mu diye dert bile etmeyecektin” demiş olsaydı “hadi arkadaşın hayal gücü çok geniş de, tarif ettiği bu olaylar neden kendimi evrenle bütünleşmiş hissetmeme neden olsun ki” derdim herhalde. Belli ki benim hayal gücüm darmış!
 
“Gezi direnişi bitti mi?” alttan alta devam eden bir tartışma. Evet, eğer gezi direnişi sadece polis saldırdığı zaman hiçbir yere gitmeyerek direnmek idiyse, gezi direnişi bitmiş olabilir. Evet, eğer gezi direnişi 2 hafta boyunca devletsiz yaşama deneyimimiz idiyse, gezi direnişi bitmiş olabilir. Ama eğer gezi direnişi bu deneyimlerle değişmiş olan halimizle yaşamın her yerinde eyliyor, değişiyor, dönüşüyor olmamız ise, hayır gezi direnişi bitmedi, hakkaten de “bu daha başlangıç, mücadeleye devam”. 15 ve 16 Haziran’daki korkunç saldırıların ardından, sadece Gezi değil, tüm parklar bizim diyerek forumlara dönüşen yeni direniş şekli, bendeki park algısını değiştirdi. Hani biliyorduk parklar ortak alanlarımızdı. Bankta, çimende oturur iki nefes alır, yanındaki arkadaşınla sohbet eder, çay içersin. Güzel tabi, betonlar arasında iki dakka dinlenme. Oysa şimdi “ortak alan” çok farklı. Ortak alan kendin olabilmek demek, ortak alan kendinle/çevrenle yüzleşmek demek, ortak alan sadece fiziksel olarak değil ruhen de nefes alabilmek demek, ortak alan sırtımızdaki iktidarları bir köşeye atıp yeni bir yaşamı filizlendirmek demek. İlla forum olmasına gerek yok, herhangi bir parkta sallanan çocuklar, banklarda sohbet eden insanlar gördüğümde nefes aldığımı hissediyorum artık. Ortak alan diye gölgelerine sığındığımız ağaçların dalları genişledi, uzadı, biçim değiştirdi, başka bir varlık haline girdi, sokaklarda dolaşmaya, bize seslenmeye, ellerimizden tutmaya başladı.
 
Artık teyitli olan teorik bilgilerimiz
-          Nerede iktidar varsa, orada iktidara karşı direniş vardır.
-          Mevzu yeni toplumun tasarlanması ve ona doğru giden yolu planlamak değil, toplumsal çatışkıların şiddetsiz yöntemler ile çözülmesi sürecinde yeni toplumun/hayatın bizzat toplum tarafından yaratılmasıdır.
-          Büyük iktidarlar (devletler, şirketler, elinde silah olanlar) güçlerini toplum içindeki karmaşık iktidar ilişkilerine dayanarak geliştirirler.
-          Genişleyen, esneyen, farklı katılım tarzları yaratan yatay örgütler varlıklarıyla ve eylemleriyle bütün iktidar ilişkilerini tehdit ederler.
-          Eşcinsellerin kurtuluşu, heteroseksüelleri de özgürleştirecektir (daha düne kadar feminenliği kötü olarak kodlayan onbinlerce insanın #direnayol hashtag’iyle LGBTI Onur Yürüyüşüne çağrı yapması J).
-          Bir tartışmada amaç kimin haklı kimin haksız olduğunu belirlemek değil, farklı deneyimlerin biraraya gelmesinden yepyeni bir deneyim bilgisi yaratmaktır. Ve evet, bu eril olmayan bir tartışma yöntemidir. Ve evet, feminen olana dair algı toplum içinde değiştikçe tartışma şeklimiz de evrilecek, tartışma şeklimiz evrildikçe feminen olana dair algı da değişecektir.
-          Karalamak/dışlamak/marjinalize etmek için kullanılan sözcükler yapıbozumla pozitif anlamlar içerir hale gelebilir.
-          Yapıbozum sadece bazı kitaplarda/çeşitli deneyimlere bakmış akademik metinlerde/filmlerde/dizilerde bulunmaz, yaygın bir toplumsal meşruiyete sahip bir şekilde hayata geçebilir.
-          Toplum içindeki karmaşık iktidar ilişkilerinin en temel modeli, yani “iktidar ilişkilerinin en küçük hücresi” aile, yapıbozumun dibi haline gelebilir. (LİSTAG bunun sinyallerini bir kaç yıldır vermeye başlamıştı)
-          Ve evet, hayat güzeldir! 

Etiketler:
İstihdam