24/08/2016 | Yazar: Sedef Çakmak

Bir yandan da sınıra bakıp bakıp ‘Ay hemen şurası Suriye! Bak görüyor musun oradaki köyü!’ diyip çizilen ülke sınırlarının aslında ne kadar yapay olduğunu tekrar tekrar fark ediyorduk. ‘Bak şu tarafta Cerablus var, Cerablus-Karkamış Osmanlı döneminde birlikte anılırdı’

8-9 sene önce olması lazım. Emekli olup artık kendine vakit ayırabilen annem, yıllardır içinde ukde olan bir polisiye, tarihi roman yazma isteğini artık gerçekleştirebilecek gücü ve enerjiyi bulmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında geçen, arkeoloji, siyaset, entrika ve tabii ki aşk dolu bir roman yazmaya başlamıştı. Çalışma odası bölgenin bir sürü farklı tarihi dönemlere ait haritalarla doluydu. Gerçekçi bir roman yazma derdinde olduğu için Osmanlıca öğrenip bulabildiği tüm tarihi belgeleri ve döneme tanıklık eden kişilerin anılarını okuyordu. Okudukça romanı için bir sürü başka malzeme çıkarıp bir türlü romanı bitiremiyordu! O roman hala bitmedi evet :)

En sonunda okumaya ara verip romanının bir kısmının geçtiği yerleri kendi gözüyle görmeye karar vermişti. Beni de peşine katarak bir Güneydoğu Anadolu turuna katılmıştık. Bölgenin antik çağlarını, tarihsel sürecini çok iyi bilen annem ile muhteşem keyifli bir tur gerçekleştiriyorduk. Annem hem dolaştığımız yerlerin tarihini anlatıyor, hem de o dönem şahit olduğumuz ilginçliklere birlikte anlam vermeye çalışıyorduk.

Sıra Gaziantep’e geldiğinde annem bana sınırdaki Karkamış’tan bahsetti, yazdığı romanın bir kısmında Karkamış’ta kazıda görev alan güçlü, karizmatik bir İngiliz kadın arkeolog karakteri olduğu için (hatırladığım kadarıyla bu karakter ajan çıkıyordu bir noktada:) Karkamış’ın ismini annemden sıkça duyuyordum. “Karkamış’ı çok görmek istiyorum ama oradaki antik kent askeri bölge şu anda, acaba görebilir miyiz ki, orada antik kentin güneyinde yer alan, Hititlerden günümüze kadar gelmiş bir sütun var, acaba o sütun hala duruyor mu?” şeklinde gel gitlerdeyken “hadi taksiye atlayıp gidip bakalım, bir daha ne zaman gelicez buralara?” diye onu cesaretlendirdim.

Her ne kadar bölge halkı turistlere aşina olsa da, yine de 9 sene öncesinin Türkiye’sinde bölgedeki alışılmadık tiplemelerdik annemle ben. Bindiğimiz taksinin şoförü “Orası mayınlı bölge, napıcanız orada?” diye sorduğunda annem Karkamış antik kentinden bahsederek aklındaki soruların cevaplarını bulabilme ümidiyle taksiciyle bir muhabbete girdi. Taksici annemin kafasını aydınlatacak bazı bilgiler verdi. Muhabbet tabii ki o günün sorunlarına da geldi. Müşterisine göre muhabbeti yönlendiren taksici, “batıdan gelen” bizlerin etkileneceğini düşünerek Gaziantep’in ne kadar modern bir şehir olduğu ama varoşlardaki göçmenlerin, gecekonduların kentin güzelliğini bozduğunu iştahla anlatıyordu. Annemle benden soğuk bir "hıı" dışında istediği tepkiyi alamayan taksici şaşkınlık içinde muhtemelen “ne ayak bunlar” diye düşünürken, konuşmanın gidişatından rahatsız olan annemle ben konuyu yine antik çağlara, “kadim tarihe” çekerek muhabbete keyifle devam edilecek bir ortak nokta bulmuştuk.

Sonunda Karkamış’a vardığımızda az ilerde tellerle çevrili olan sınırı gördük. Tellerin diğer tarafında ineklerini otlatan bir amca vardı. O dümdüz arazinin üstünde de Askeri Komutanlık vardı. Nasıl bir huzur ve sessizlik hakimdi, otlayan ineklerin ezdikleri otlar ve rüzgar dışında hiçbir ses yoktu. Annemle bir yandan büyülenmiş bir şekilde çevremize göz atıyoruz bir yandan da bize epey şaşkın, biraz da alarma geçmiş şekilde bakan nöbetçi askere doğru ilerliyorduk.

“Memleketin batısından” geldiğimiz her halimizden belli bir şekilde komutanlığın kapısına doğru yürüdük. Yaklaştığımızı gören asker de silahını sıkıca tutarak ayaklandı. Asker daha bir şey diyemeden annem sanki turizm ofisine giriyormuşuz gibi rahat bir havayla “İyi günler, biz buradaki antik kentle ilgili biraz bilgi almak için gelmiştik” dedi. Askerin o gün nöbeti sırasında görmeyi asla düşünmediği, zamanla ve mekânla epey uyumsuz olan iki kadının oradaki varlığının ne anlama geldiğini sorguluyordu belli ki. En sonunda “Ee, ben komutanımı çağırayım” diyerek bu anlaştıramadığı karşılaşmayla baş etmeyi üstlerine bırakmaya karar verdi.

O sırada gözleri heyecandan kocaman olan annem bana “bak burada şu varmış, şurada bu varmış” diye antik kentin hikâyesini anlatmaya başlamıştı. Ben durumun abukluğuyla, askerin hali, kendi halimizle eğlenirken annem başka bir zamana geçmişti bile. Bir yandan da sınıra bakıp bakıp “Ay hemen şurası Suriye! Bak görüyor musun oradaki köyü!” deyip çizilen ülke sınırlarının aslında ne kadar yapay olduğunu tekrar tekrar fark ediyorduk. “Bak şu tarafta Cerablus var, Cerablus-Karkamış Osmanlı döneminde birlikte anılırdı. Bak şuradan da Almanların yaptığı demiryolu geçiyor” diyip temel bilgileri verip, dönemin politik durumunu uzun uzun analiz yapıp anlatıyordu.

Sonrasında Komutan geldi, meraklı gözlerle bizi süzüp kendisini tanıttı. Annem de hemen kendini ve beni tanıttı. Nazik bir şekilde buyrun bir çayımızı için diyen Komutan’ı takip ettik. Çay içerken muhabbet etmeye başladık, annem kafasındaki soruları bir bir soruyor fakat Komutan her cevabı tartarak veriyordu. Annem de Komutan’ın kaçamak cevaplarının üstüne gidip zorlamıyor, aklındaki başka bir soruya geçiyordu. Bu sırada heyecanlı bir şekilde antik kentin tarihini anlatıyordu. Annem o kadar keyifle anlatıyordu ki Komutan bir yandan kendini kaptırıyor ama belli tedbiri elden bırakmamak için kendiyle müthiş bir mücadele veriyordu. Antik kentin büyük bir kısmı mayınlı arazi olduğu için Komutan annemin çoğu sorusuna “bu gizli bir bilgidir, sizinle paylaşamam üzgünüm” diyip duruyordu. Sorduğu sorulara hiçbir cevap alamayan annem en sonunda “Peki Komutanım, bana bir tek şunu söyleyin, kentin güneyinde bir sütun vardır. O sütunun üstünde bir kabartma vardır, o sütun hala duruyor mu?” Annemin içten, meraklı sorularına doğru düzgün cevap verememekten rahatsızlık duyan Komutan bir saniyeliğine kafasında tarttıktan sonra bu bilgiyi vermesinin bir zararı olmayacağına kanaat getirerek, gülümseyerek “evet, duruyor hala, ama daha fazla bilgi veremem” dedi. Bütün savaşlara, talana, istilalara, yıkılan-kurulan devletler, çizildiği zannedilip çizilemeyen sınırlara rağmen yüzyıllara şahitlik eden o sütunun hala duruyor oluşu annemi o kadar mutlu etmişti ki zaten daha fazla bilgi istemek niyetinde de değildi. Çayımızı bitirip Komutan’ın yanından ayrılırken ben üzerimizdeki tüm meraklı gözlerle ve halimizle eğlenmeye devam ederken annem hala büyülenmiş bir haldeydi. İnşallah birgün mayınlar temizlenir, hayatlar normalleşir, biz de o sütunu kendi gözlerimizle görürüz, orada yaşayan insanlarla çaylar eşliğinde keyifli sohbetler ederiz temennisiyle bizi bekleyen taksi şoförüyle Gaziantep’e geri dönmüştük.

Annemle arkeoloji, tarih ve siyaset maceramız burada bitmedi tabii ki, 2009’da Suriye, Şam’da yaşadığım zamanda da yanıma geldiğinde bol bol gezmiştik, yarım yamalak öğrendiğim arapçayla gezdiğimiz yerlerde yaşıyan insanlarla tarih ve gündelik yaşama dair muhabbetler etmiştik. Annemle ara ara hep merak ediyoruz keyifli sohbetler yaptığımız insanlara ne oldu diye. Bu keyifli sohbetlerin başlamasını sağlayan şehirler, antik kentler, yüzyıllara meydan okuyan yapılar ne oldu diye. İnsan uzağında olup biten acılara karşı daha umarsız olabiliyor, fakat hayatının bir noktasında bir şekilde yollarının kesiştiği insanlar için daha farklı duygulara bürünüyor, yoğun bir acı ve çaresizlik hissi kaplıyor.

Cerablus’a yapılan harekat beni annemle olan bu anıma götürdü. Biraz twitter’da Cerablus ile ilgili atılmış twitlere baktım. Anlaşılan herkesin Cerablus’u kendisine… Her ne kadar şu anda çok uzak görünüyor olsa da ben hala huzur içinde orada yaşayan, ineğini otlatan, oyun oynayan çocuğunun peşinden koşturanlarla bir çay eşliğinde keyifli sohbetler yapabileceğimiz günlerin umudu içerisindeyim.


Etiketler:
İstihdam