03/01/2013 | Yazar: Varujan Tigran

Bu yazıyı herhangi bir örgütü teşhir etmek amacıyla yazmadığımdan isim kullanmamaya özen gösterdim.

Bu yazıyı da herhangi bir örgütü teşhir etmek amacıyla yazmadığımdan isim kullanmamaya özen gösterdim. Kendimi, arkadaşımı, çevremi gözlemleyip eleştirerek daha iyiyi bulmaya çalışmak için yazdığım bu yazımda en ufak yanılma payım varsa ikna olmaya da hazırım.
 
Eleştirinin "acımasızlığının" olası bir devrimi hayal etmek için dahi olmazsa olmaz olduğunu düşündüğümden bu yazıyı ismini vermeyeceğim bir sol örgüte yapacağım eleştirilerime ayırıyorum. Kürt sorununa ve homofobi/transfobi meselelerine  bakış aslında tüm anlayışımızı açık eder ve bizi  tanımlayan devrimci, komünist, anarşist, eşitlikçi, özgürlükçü gibi kelimeleri bu bakışımız çerçevesinde irdelediğimizde büyük çelişkilerimizi ortaya çıkarır. Ancak turnusol meselesini söz konusu örgütün göz önünde bulundurmasını telkin edip yazımı daha çok kendi örgüt elemanlarının yaşam haklarına bakışları üzerinden temellendireceğim. Kendi yaşam hakkımızdan ne gibi bir durumda neden feragat ederiz? Bu cevaplanması gereken soru içerisine ekolojik yaşamı vs. de eklemek isterdim ancak ilk etapta en azından bu örgütçe de kabul görülen değerler üzerinden bir tartışma açmak istiyorum. 
 
Bugün devrim olsa bunu yönlendirebilecek örgütlü bir gücün olmadığını söyleyen ve zaten ne zaman devrim olabileceğini de ön göremeyen sol bir örgütçe sürecin gerçekçiliğinden uzak olarak ortaya konan hayati uygulamalar insan yaşamını ne kadar önemsediklerinin kanıtı olacaktır. Devrimci bir insanın bedel ödemeyi göze almış olması gerektiği savını ben de paylaşıyorum ancak bu bazı zamanlar insan yaşamının da son bulmasıyla sonuçlanan bedel ödeme meselesinin nasıl ve ne şartla ne gibi durumlarda ortaya çıkması gerektiği hususundaki değerlendirme ve hassasiyet kendi örgüt üyelerimizin yaşamını ve herhangi bir insanın yaşamını ne kadar önemsediğimizi gösterecektir. Sonuç alınamayan durumlarda birçok insanın insanca yaşamasının önünü açmak adına devrimcilerin yaptığı mecburi fedakârlıkları anlayabilirim. Ancak öncesinde insanca yaşamanın önündeki engellerin çeşitli açılardan derinlemesine çözümlenmesi ve bu eylemliliğin ne gibi ön açıcı etkileri olacağı düşünülmelidir. Neticede gerek tutsak düşecek gerekse de canından olacak insanın yaşamı bizimkinden daha az değerli değildir. Henüz yakın veya uzak geleceğin devrimsel sürecini ön göremeyen ve Türkiye’de Kürt siyasal hareketinin, LGBT hareketinin, ekolojik, kentsel dönüşüm vb. hareketlerin devrim sürecine kendilerinden bağımsız olarak nasıl bir katkı sunacağına yeterince kafa yormamış hatta bazı zamanlar cinsiyetçi, ırkçı, homofobik ve hatta ve hatta teşhirci yaklaşımlara savrulmuş bir örgütün gerçekçi bir devrimsel süreçten uzak bir anlayışla üyelerini ölüme göndermesinin nedenini anlamak kolay olmasa gerek. Yaşadığımız coğrafyayı etkileyen iç ve dış tüm etmenlerin yeterince irdelenmemesinden ötürü insanların ne gibi bir kazanım amaçlanarak ölüme inançla gittiği açıklığa kavuşturulamamıştır. Yaşam hakkından olmazsa olmaz bir neden olmaksızın feragat etmenin olumsuzluğunu ortaya koyma isteğim beni önemli iki mesele üzerine düşünmeye sevk ediyor. Bunlardan biri “devrimci ahlak” diğeri de “ajitasyon üzerinden örgütlenme”dir.
 
“Devrimci ahlak” denilen kutsanmış, duvarlara hapsedilen değişimden uzak, bunun dışındaki anlayışlara tahammülsüz katı düşünce sistemi toplumsal ahlaka çok benzer. Zaten bu örgütlerce devrimci değerler dediğimiz olgular da örgütlenilmek istenen halk her ne kadar muhafazakâr bir yapıda olsa da halkın değerlerine ters düşmemelidir. Bunun getirisi değişim yaratmaktansa git gide toplumun yanlış yönlerini de özümseyen bir “devrimcilik” olacaktır. Bir süre sonra halkın değerleriyle örtüşmeyen her şey “yoz” olarak nitelendirilecektir. Bir din kuralıymışçasına oluşturulan bu kutsal değerlere sarılınması ve bunun dışındaki tüm yaklaşımları “yoz” diyerek yaftalamak sıradanlanmış ve kendilerince de kabul gören bir durum. Örgüt içinde kanun niteliği taşıyan bu kutsal değerler örgüt üyelerinin aynı bardağa dökülmüş su gibi kabın şeklini almasını sağlamak ister. Bu kalıbın dışına çıkan “yoz” kişiler ise acımasız oklardan nasibini alır. Örneğin gidip bir barda içmek, pircing takmak veya farklı bir aşk anlayışı benimsemek “yoz”luktur. Eşcinsellik meselesine giremiyorum bile çünkü henüz aşkı bile tek bir kalıba sokmaya çalışan herkesin sevgi anlayışını “devrimci ahlak” yasalarına uygun olması gerektiğini düşünen bir örgütün heteroseksüel ilişkileri bile ayıpladığı bir ortamda eşcinsellere hastalıklı bireyler olarak bakması beni hiç şaşırtmıyor. Bazı dinci cemaatlerinkine benzeştirdiğim “devrimci” statik değerler etrafında birleşen örgütler en basit konularda dahi farklı yaşam şekillerine bırakın sempatiyle bakmayı tahammülsüzlük gösterirler. Hatta farklılıkları yoz diye nitelemekle kalmayıp kendilerince teşhir ederler. Söz konusu örgütlerin her şeyden önce teşhirci ahlak anlayışlarını sorgulaması gerekir.  
 
Devrimci bir örgüt nasıl olur da farklılıkları törpülemek yoluyla aynı kalıpta örgüt elemanları yaratan ve anlayışını değişeme kapatarak var olabilir. Yoksa devrimden tek anladığımız şey yönetimi devirmek ve ele geçirmek midir? Baskıcı, otoriter, dayatmacı, yasakçı zihniyetteki kapitalist devleti devirip yerlerine aynı yöntemleri uygulayan “farklı” bir ekonomik modeli uygulayan bir devlet getirildiğinde devrim mi olacakmış? Devrime kadar baskıcı yöntemleri kullanan örgütün devrimden sonra mı baskıcı anlayışı değişecekmiş? Devrimci nitelikte bir ideolojiyi oluştururken insanlar arası iletişimi sağlıklı kılacak olan baskıcı unsurlardan arınmak temel alınmalıdır. Sayıca çok olmak ya da herhangi bir mahallede daha güçlü olmak sizi herhangi bir konuda daha haklı yapmayacaktır. Bununla ilintili olarak bir hareketin kendi öz eleştiri mekanizması ne kadar işlevselse ve dışarıdan gelen eleştirilere ne kadar açıksa o hareket o kadar devrimcidir. Öz eleştiri mekanizmasının önemi hataları düzeltmeyi ve sürekli olarak pratiksel ve ideolojik sorgulama yapmayı gerektirdiğinden ileri gelir. İdeolojiyi korunması gereken bir kale olarak gören ve dış etkilere kapatan statik düşünce biçimi tüm eleştirileri bir saldırı olarak niteler ve değişimi bir suç, bir “günah” olarak görür. Bu sebeplerden ötürü örgütün vereceği kararlar da ulvi amaçlar için kutsanmış değerler ışığında verilen kararlar olacaktır. 
 
Daha önce de vurguladığım üzere yakın gelecek üzerine bir devrim ön görüsü barındırmayan ve henüz devrime yaklaşacak nitelikte çok büyük bir örgütlülüğü olmayan bir örgütün üyelerinin bu kadar fedakârca ölüme gitmesi nasıl bir inançtan ötürü gelir ve neyi amaçlar? Bu konuda derinlemesine araştırmalar yapmamama karşın kutsal değerler ve gelecek ön görüsü üzerinden yaptığım değerlendirmeler ışığında dışarıdan bir gözle gördüklerim beni dehşete düşürüyor. Çok derin bir kaygıyla şunu söylemeliyim ki ajitasyonu örgütlenmenin en önemli aracı olarak gören anlayış ölen yoldaşlarını bir ajitasyon aracı olarak kullanabiliyor. Yani kısacası birileri bedel ödeyerek ölmeli ki daha fazla örgütlenelim. Bu tamamen mekanik, akıl ve vicdandan yoksun bir anlayıştır. Verilmesi gerektiğini düşündükleri ölümcül  bedel olmazsa olmaz mıdır ve çok hayati bir getirisi mi vardır? Sürece yayılması ve bunun için farklı yollar bulunması gereken amaçlar uğruna insanların öleceğini ve ölmesi gerektiğini söyleyerek daha kendi örgütlü insanlarının yaşamına gereken değeri vermeyen bir örgüt insanca yaşamak için mücadele ettiğini nasıl söyleyebilir? Örgütlenmenin asli unsuru olarak ölümler üzerinden ajitasyon yapmayı görmek hangi vicdana sığar?
 
Karşısında durduğumuz olumsuzlukların içimizde ne derece var olduğu sorgulanmalıdır. Bunun için önce kelimelerin ve kavramların anlamları üzerine fazlaca düşünmekle başlamalı. Otorite nedir? Baskı nedir? Faşizm nedir? Yaşam hakkı nedir? İnsanca yaşamak nedir? Bundan sonra da yapılması gereken şey pratik olarak ortaya koyduğumuz davranış kalıplarımızda bu sözcüklerin ne kadar yer bulduğu olmalıdır. Elbette faşist değilizdir ama faşistçe davrandığımız zamanlar olabilir. İktidara karşı çıkarken iktidarın yöntemlerini birebir taklit etmek bizi çokça farklı kılmayacaktır. Dolayısıyla yöntemsel sorunlarımızı görüp  düzeltmemiz gerekir. Yöntem amaçtan daha az önemli değildir. 
 
Her bireyin ve her örgütün anlayışını tekrar tekrar sorgulaması gerekmektedir. Örgütler en azından asgari düzeyde bir araya gelebilmek ve iletişim kanallarının açılması için önce birlikteliği sağlayabilecek bir anlayışı oluşturma gayretine girmeli. Sistemle ilgili mücadeleyi sabit bir yola benzeterek sistemle sorunu olan diğer tüm mücadeleleri dışlayan ve iletişime geçmeye dahi lüzum duymayan Türkiye’nin öznel koşullarını yeterince irdelemeyen anlayışın bir an önce değişmesi gerekir. Tüm  bunlara rağmen her ne olursa olsun aynı dertlerimizin olduğu konularda asgari müşterekte buluşarak birlikte eylemlilikler yapmak gerekecektir. Bu yazıyı da herhangi bir örgütü teşhir etmek amacıyla yazmadığımdan isim kullanmamaya özen gösterdim. Kendimi, arkadaşımı, çevremi gözlemleyip eleştirerek daha iyiyi bulmaya çalışmak için yazdığım bu yazımda en ufak yanılma payım varsa ikna olmaya da hazırım. Nerden hatırladığımı bilmediğim bir cümleyle yazımı noktalamak istiyorum. “İçindeki kötülüğü görmeyenler iyi olamazlar çünkü bu kötülüğün üzerine gitmezler.” 

Etiketler:
İstihdam