21/02/2012 | Yazar: Erdal Partog

Hukuki anlamda nefret söylemi, nefret suçu kadar açık ve net bir şekilde birçok ülke tarafından hala tanımlanmıyor.

Hukuki anlamda nefret söylemi, nefret suçu kadar açık ve net bir şekilde birçok ülke tarafından hala tanımlanmıyor. Nefret suçlarına dair bir takım cezalar batılı ülkelerde uygulanırken, nefret söylemleri hukuki ve kamusal anlamda uygulanmıyor. Türkiye’de ise ne nefret suçu ne de nefret söylemi herhangi bir yaptırıma tabii tutuluyor.
 
Çünkü düşünce özgürlüğünün iktidar ve güç arasındaki eşitsizlikten kaynaklan bir durum olduğu görmezden geliniyor. Düşünce özgürlüğünün devletlere karşı siyasi anlamda bir hak olduğu unutuluyor.
 
Bundan dolayı ben nefret söyleminin iktidar ile olan ilişkisini tartışmayı politik olarak daha anlamlı buluyorum. Çünkü nefret söylemi Türkiye’de, devletin sorumluğu dışında gelişen bir şey değil.
 
Kürtlere, kadınlara, romanlara, Ermenilere, sakatlara ve eşcinsellere karşı medyada ya da sokakta oldukça güçlü bir nefret söyleminin tarihsel olarak izini sürebiliriz. Ayrıca bu nefret söyleminin sadece bununla da sınırlı kalmadığını asıl bu söylemin devletin kendi kurumları tarafından üretildiğini de söyleyebiliriz. Adalet teşkilatından polis teşkilatına ve milli eğitime kadar bunun yansımalarını görmek mümkün.
 
Bütün bu iktidar yanlısı anlayış devlet bağlamında nefret söyleminin hâkim bir yapının söylemi olduğunu ya da onun tarafından bazı kesimler üzerinde kullanıldığını gösteriyor. Bu anlamda devletin bir güçten çok bir iktidar olarak bu siyasi çizgiyi takip etmesi eşit vatandaşlık bağlamında hem hukuki hem de kamusal bir sorunu da beraberinde getirmiş oluyor. Çünkü devlet, vatandaşlık bağı ile bağlı olan bazı vatandaşlarını kendi içinde de sınıflandırmış oluyor. Bu sınıflandırmada ayrıcalıklı olanlar korunurken ayrıcalıklı olmayanlar korunmasız bırakılıyor.
 
Hukuki metinlerde, aynı zamanda kamusal alanda bunun güçlü kanıtları olduğunu söylemiştik. Bugün azınlık statüsündeki biri general olamıyor. Bir ateist polis teşkilatı içinde açıkça düşüncelerini dile getiremiyor. Bir eşcinsel iş yerinde kendi cinsel kimliğini açık ederek mesleğini devam ettiremiyor. Çünkü hem hukuki hem de kamusal iktidar söylemi bu kesimleri ikinci sınıf bir vatandaş olarak görüyor. Bu kesimlerin ülkenin gerçek sahipleri olmadıkları, hâkim kimlik anlayışları tarafından bu kesimlere sürekli hatırlatılıyor.
 
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Müslüman, Hanefi, heteroseksüel, Türk ve Atatürk ilkelerine bağlı vatandaşlar olmasını istiyor. Bu anlayış tıpkı bugünlerde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dindar nesil yetiştirme sevdası gibi de okunabilir. Eğer vatandaş olarak bu ve buna benzer şartları yerine getirmiyorsanız zaten iktidar sizi siyasi ve sosyal olarak dışlamış oluyor. Hâkim kimlik ise devlet tarafından korunup gözetlenen has kimlik olmuş oluyor.
 
Devlet iktidarının hâkim kültürün ya da kimliğin yanında olması hukuki ve kamusal olarak bu kimliği öne çıkarması nefret söyleminin arka planını oluşturuyor. Bu yüzden nefret söylemi sadece hukuki bir mesele değil aynı zamanda siyasi bir meseledir. Bu siyasi mesele de iktidarın baskıcı anlayışını yansıtıyor.
 
Oysa düşünce özgürlüğü, hala hazırda devlet karşısında ya da iktidar karşında insanın siyasi olarak var olma hakkını içeriyor. Bu da bir devletin din, dil, ırk, sosyal köken, yaş, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği gibi farklılıkları kanunlar önünde ve kamusal hizmet alanında eşit bir şekilde uygulamasından geçiyor. Ancak az önce yukarıda saydığımız bazı kimlik biçimleri anayasada bile yer almıyor. Yer alan kimlikler de sürekli olarak anayasadaki diğer maddelerin gölgesinde kalıyor. Anayasal eşitlik maalesef kişilerin hak ve özgürlükleri lehinde değil sürekli aleyhinde kullanılmış oluyor.
 
Türkiye gibi ülkelerde tarihsel olarak az önce saymış olduğum dezavantajlı grupların hepsi hâkim kimlik tarafından sistematik bir şekilde mağdur edildi, edilmeye devam ediyor. Ayrıca yaşanan olayların süreklilik arz etmesi hâkim iktidarın bu konuda ne kadar isteksiz davrandığını gösteriyor. Bu tercih düşünce özgürlüğünden ya da demokrasiden yana bir tercih değil siyasi iktidarın kendi çıkarlarını gözeten bir tercih oluyor.
 
Bugün sürekli hale gelmiş olan nefret söylemini ya da nefret suçlarını biraz daha somutlamak gerekiyor. Öncelikle Anadolu topraklarında bir avuç kalan Ermenilere karşı hala nefret söylemi devam ediyor. Diğer taraftan son otuz yılda Kürtlere karşı bir nefret söyleminin özellikle batı illerinde yaygınlık kazandığını görüyoruz. Alevi oldukları için Marş’ta ve Çorum’da insanlar katlediliyor. Eşcinseller ve Transseksüeller hakkında sürekli olarak nefret söylemine başvuruluyor. Bütün bunlar bu anlayışın münferit değil sürekli olduğunu devletin bu konuda yapıcı bir süreci hiç kuramadığını gösteriyor. Bu da devlet ve vatandaş arasındaki gerilimi arttırıyor. Hatta devlet daha da ileri giderek nefret söylemini hâkim kimlik açısından okuyup düşünce özgürlüğünü açıkça ihlal bile edebiliyor. Türk olmaktan dolayı bu topraklarda kimse ayrımcılığa uğranmazken hâkim kimliği hukuki ve kamusal olarak koruma ciddiyeti insan hakları açısından diğer kimliklerin kendilerini ifade etmesinin yolunu da kesmiş oluyor. Yani hâkim kimliği devlet korurken diğer kimlikleri kolayca gözden çıkarabiliyor.
 
İktidarın bu seçici kimlik anlayışı ister istemez herkesi siyasi anlamda ayrıcalıklı Türk tanımına zorluyor. Demokrasilerde olması gereken eşit vatandaşlık tek tipçi kayırmacı bir vatandaşlık haline geliyor.
 
Oysa bizde yaşanın aksine devlet ve iktidar bağlamında düşünce özgürlüğünün demokratik ülkelerde sürekli ayrımcılığa uğrayan kesimleri koruması kadar doğal bir şey yoktur. Devletin bu konuda yapması gereken bir dizi önleyici tedbiri uygulamaya koymasıdır. Bu önleyici tedbir ve buna bağlı güvence aynı zamanda daha önce mağdur edilmiş kimliklerin devlet tarafından sahiplenilmesi anlamına gelecektir. Devlet kendi hakim kimliğinden kimliksiz bir vatandaşlığa, yani vatandaşlık temelli bir kimliğe geçme yolunda demokratik bir adım atabilecektir. Devletin kendi vatandaşları arasında yaşanacak nefret söylemini önce kamusal sonra hukuki olarak sahiplenmesi, somut adımlar atması eşit vatandaşlık bağını da geliştirecektir. Ancak bu şekilde Türkiye Cumhuriyeti insanların haklarını eşit bir şekilde koruyan demokratik bir ülke olabilir.
 
Din, dil, ırk, cinsiyet, yaş, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim vb hedef alan nefret söylemini cezalandırmak ya da kamusal olarak yaptırıma tabii tutmak hukuki ve kamusal olmasının öncesinde felsefi ve siyasi bir hamledir. Bu hamle ayrıştırıcı değil birleştirici bir karaktere sahiptir.
 
Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde nefret suçları ve söylemleri konusunda siyasi iktidarın birleştirici değil ayrıştırıcı olduğunu görüyoruz. Bugün devlet, mağduru sahipsiz bırakarak mağduru bir kez daha cezalandırmış oluyor. Hatta failleri birer kahraman olarak bile gösterebiliyor. Burada temel soru siyasi iktidarın mağduru mu yoksa faili mi hukuki ve kamusal olarak desteklediğidir. Bu anlamda devlet nefret suçunu ve söylemini hem hukuki hem de kamusal olarak yasalarına dâhil etmeli bunun için de bir takvim çıkarmalıdır. Bu takvim hem mağdurları koruyan hem de faillere seçenek sunan bir stratejiyi içermelidir.
 
Bir devletin demokratik olup olmadığı tam da nefret söylemi konusunda yol haritasının olup olmadığı ile ilişkilidir. Bu yol haritası da başta anayasa olmak üzere kamusal hayatta yapılacak bir dizi uygulamadan geçiyor. Ancak en azında mağdur olan kesimlerin daha fazla acı çekmemesi için bir an önce nefret suçları ve söylemi konusunda devletin kendi politikasını açıklaması bile oldukça önemlidir. Kanunlar önünde herkes eşittir diyip işin içinden çıkmak yaşanan sorunların duyarsız kalmak demektir. Bu yüzden nefret suçları ve söylemi konusunda yapılacak öneriler sadece hukuki değil aynı zamanda siyasi öneriler olması açısından da oldukça önemlidir. Düşünce özgürlüğün önünü açacak olan şey de nefret söyleminin önlenmesi konusundaki samimiyet ve somut adımlardır. 

Etiketler:
İstihdam