11/04/2016 | Yazar: Şâmil Yılmaz

‘Harita Metod Defteri’ bizlere bir şey öğretiyorsa şayet, tam da insanın kendi çocukluğuna iyi ebeveynlik yapmasının nasıl bir şey olduğunu öğretiyor…

“Harita Metod Defteri” bizlere bir şey öğretiyorsa şayet, tam da insanın kendi çocukluğuna iyi ebeveynlik yapmasının nasıl bir şey olduğunu öğretiyor…

Şu iddiayı kışkırtıcı olmanın ötesinde bir ciddiyetle sahiplenmeye çalışalım: Klasik kavrayış tarafından kurmacanın dışında tutulan otobiyografik anlatılar da, zamanla girdikleri ilişki düşünüldüğünde, en az “hayal ürünü” olan edebi anlatılar kadar kurmacadır. Her ikisi de, biçimsiz bir bütün olan zamanı çeşitli anlatı stratejileri aracılığıyla ehlileştirir -ya da tam tersine, onun biçimsizliğini görünür kılarlar. Bu biçimsizlik, düzenleyici bir zaman bilincinin yokluğudur. Anlatı, zamanı ‘yapar’ ve ister hayal ürünü olsun ister gerçekten yaşanmış, anlatmak, temelde bu bilinçle hesaplaşmak demektir. Anlaşılmıştır; mesele artık anlatılan hikâyelerin gerçekten yaşanıp yaşanmadığı meselesinin ötesinde bir yerde, anlatılan her şeyin zaten bir “hikayeye” dönüştüğü meselesidir. Otobiyografi de, hiç değilse benim için, tıpkı kurmacada olduğu gibi bir “ikna eşiği” taşır. Yaşanmış olanın kendi başına taşıdığı gücün, gerçekliğin, hakikat değerinin edebiyat için bir kıymeti yoktur. Ölçü, her zaman, gerçeğin edebiyat aracılığıyla neye dönüştüğü, elde kalanın edebiyat olup olmadığı sorusunda gizlidir. Bolca Ricour esinli bu gayet spekülatif girişin ufkunda Murathan Mungan’ın otobiyografik anlatısı “Harita Metod Defteri” duruyor. Kokulardan, nesnelerden, şarkılardan, imgelerden, şehirlerden, evlerden fakat en çok çocukluktan yapılmış bir anlatı olarak “Harita Metod Defteri”, “Mungan’ın Paranın Cinleri”yle başlayan otobiyografik anlatı metinlerinin ikinci durağı -takip edebildiğim kadarıyla bir sonraki durak, yazarın “sanat çevreleriyle” ilişkisine odaklanacak gibi görünüyor.

Ve yazılmış her iyi metin gibi edebiyata ait, onun çocuğu.   

İnkâr etmek anlamsız; “Murathan 95”ten beri yayımlanmasını beklediğim “Harita Metod Defteri”, beni en çok sevdiğim bir yazarın çocukluğunun mahremine duyduğum marazi ilgiden ‘kaşıyordu’. Hiç beklediğim gibi olmadı: “Harita Metod Defteri”, bir ‘terbiye’ tutanağı. Mungan’ın çocukluğu, gözünüzü oraya dikmek isterseniz, “kin payı” hayli yüksek bir çocukluk. En basit hayat malzemesinden bile trajik etki devşirmenin mubah olduğu bir çağda, Mungan, geçmişe yargıçlığa soyunmuyor. Kendi ağrısına suçlu arayan bir kitap değil “Harita Metod Defteri”. Tuhaf bir mesafesi var anlatıcı sesin; hem çok kendinin olan bir şeye dikiyor gözlerini, hem de o şeyi bir başkasının insafına terk etmekten sakınıyor. Çok yoğun, neredeyse yapıyı bile belirlemiş bir ‘mahrem’ duygusu var metinde.

Şunu unutmayalım: Çocukluk, hem bizimdir hem de değildir. Bizimdir, çünkü biz, biraz da oradan devraldıklarımızdan oluşuruz. Değildir, çünkü o bir başkasıdır.

Mungan, kendisini yapan çocukluk kadar geçmişte bir yerde ‘kendisi olan’ çocuğu da kollamış. Özellikle metnin politik olanla kurduğu ilişkide görüyoruz galiba bu ‘terbiye’yi; başka herhangi birinin elinde kendi yetişkin ‘politikliğine’ erken gelişmiş bir referans ve övünme malzemesi olarak kullanılabilecek bir dolu ayrıntı, bir çocuğun iç dünyasında yarattığı etkiyle yumuşakça akıp geçiyor metnin içinden. Bu dikkatin bir de kendi hakkında konuşmaktan hoşlanan, kendi imgesinden yazınsal bir mitoloji de kurmaya çalışan, hatta kurmuş bulunan bir isimden geldiğini hatırlayalım…

Hazır laf buraya gelmişken; “Harita Metod Defteri”, şiirler, hikâyeler, oyunlar, senaryolar, denemeler, şarkı sözleri, söyleşiler ve romanlardan oluşan hayli göz korkutucu bir külliyatla inşa edilmiş bir mitolojinin de eşiği, kurucu mitosu olarak okunabilir. Girişte otobiyografinin de ölçüsü kurmacayla aynıdır demiştik, oradan devam edelim; Mungan, çocukluğundan yazısına taşıdığı, delilik, üveylik, adalet, ihanet, çocukluk, babalık ve benzeri bir dolu temayı, “Harita Metod Defteri”nde ilk ortaya çıktıkları halleriyle görmemize izin veriyor. Fakat bunu hayat kadar yazının da büyüttüğü; çoktandır hayatla yazı arasındaki geçişlerin kendisi için bulanıklaştığını hissettiğimiz biri olarak yapıyor. Kitap boyunca, edebiyatının zemininde tıkır tıkır işleyen hayat kadar, hayatın dokusuna işlenen edebiyat da yanı başımızda. Bu noktada ise hangisinin hangisine borçlu olduğu, edebiyatın mı yoksa hayatın mı daha kıymetli olduğu gibi sorular da işlevsizleşiyor haliyle. Sıkıcılaşıyor. Yazarın eski metinlerinden bildiğimiz temalar ‘gerçek hayattaki’ yerlerini bulurken, gerçeğe ait çilek, fotoğraf, yol, tren, şarkı, oyuncak gibi bir dolu hatıra parçası da, edebi dilin araçlarıyla dönüşüme uğrayıp yazıdaki yerlerini alıyorlar.                         

Buralarda bir yerde -bu şık paradoksun esinlediği bir ufukta diyelim-, kitabı benim için asıl önemli kılan bağlam görünür oluyor galiba; “Harita Metod Defteri”, çocukluğun zamanını yeniden kurarken, anlatıcısını da zamanla yükleyerek icat ediyor. Metin, bakan yetişkinle bakılan çocukluk arasında bir yerde, kendi zamansal hareketini yakaladığında, neredeyse her cümleye sinmiş olan bir ara-zamanın dilini duyuyoruz. Anlatılan sadece kaybolmuş çocukluğun zamanı değil. O çocukluğun içinden büyüyen anlatıcı ses de, kendi çocukluğu üzerine konuşurken, uzaktaki o çocuğun kendisine ne yaptığını, ‘kendisinin o çocuktan ne yaptığını da’ gösteriyor bize.

Ben kitabın amacına tam da burada ulaştığını düşündüm işte; sürgünler, kopuşlar, ayrılıklar ve üveyliklerle büyümüş olan anlatının küçük Murathan’ı, yıllar sonrasının yazar Murathan’ında tuhaf ve paradoksal bir sığınak buluyor kendine. “Harita Metod Defteri” bizlere bir şey öğretiyorsa şayet, tam da insanın kendi çocukluğuna iyi ebeveynlik yapmasının nasıl bir şey olduğunu öğretiyor…

“Bir hayattan iyi edebiyat yapmanın yanı sıra,” diye de ekleyelim; bu çünkü, meselenin asıl özüymüş gibi görünüyor…(BirGün Kitap)      


Etiketler: kültür sanat
İstihdam