18/01/2011 | Yazar: Selçuk Candansayar

Sanatsal ürünün en önemli vasfı izleyicisine ‘gerçekliğin yeniden yaratılması’ süreciyle ruhsal bir b

Sanatsal ürünün en önemli vasfı izleyicisine ‘gerçekliğin yeniden yaratılması’ süreciyle ruhsal bir bağlantı kurma imkanını sunmasıdır. Bir yandan var olan gerçekliğe ait olmayan öte yandan yine de bu gerçekliğe gönderme yapan. İlkin ritim ve müzik ama daha önemlisi heykel. İnsan kültür ürettiğinden bu yana heykel yapıyor, dünyayı yeniden yaratıyor. İslam’ın heykele özellikle düşman olmasının ardında da, sadece yaratıcıya ait olması gereken yaratma becerisine, yaratılanın da öykünmesine duyulan kızgınlık yatar.
 
Ama Mehmet Aksoy’un Kars’ taki heykeline duyulan öfke sanıldığı gibi, bir dindarın heykele karşıt olmasından kaynaklanmayabilir. Heykele atfedilen ucube sıfatı ve ardından Kültür Bakanı’nın herkesin alay konusu haline gelmesine yol açan, politik nezaketi hiçe sayan ve kendi Bakanının küçük düşmesine önem vermeyen, ‘heykeli kastettim’ inadının gerisinde, çok daha kişisel ve duygusal bir özellik yatıyor olabilir.
 
Kişisel ama bir kişiye özgü değil. Türkiye’de son yirmi yıldır giderek baskın hale gelen bir tarz, bu son olayda da söz konusu. Bu değişime daha yakından bakmadan önce, büyükelçiler için yapılan ve yine kırgınlıklara yol açsa da unutulmak zorunda kalınan ‘monşer’ nitelemesi hatırlanmalı.
 
Türkiye’de yetmişli ve seksenli yılların komedi ve parodilerinde sık sık kullanılan ve herkesi güldüren bir tema vardı. Bir kuşak önce köyden kente göç etmiş, kısa sürede zengin olmuş ve ‘kentli seçkinlerin’ dünyasına dahil olmaya çalışan ‘sonradan görme’ tiplemesinin başına gelenler, halkı çok güldürürdü. Sonradan görme, örneğin evine çok pahalı bir resim alır ama onu duvara ters asmış olurdu. Mobilyaların rengine uygun tablo arayan kürklü kadın tiplemesi de çok makbuldü. Bir sergiyi gezerken figüratif olmayan bir resim ya da heykel karşısında ‘anlıyormuş gibi yaparken’ komik duruma düşen bu tipleme, kente gelen ve onun karşısında ezilip, büzülen alt ve orta sınıfları çok eğlendirirdi. Bu eğlenmede öykünmeye çalışana duyulan kızgınlık aslında sanattan anlamasa da kendi arasından sıyrılmayı başarana karşı duyulan hasetten de beslenirdi.
 
Sıyrılıp, sınıf atlamaya çalışana asıl gülenler ise doğuştan kentli olanlardı. Sonradan görme, geride bıraktıklarının kıskançlığından keyif alırken, içlerine girmeye çabaladıklarının hoşgörülü kıkırdamaları karşısında ise daha da ezilirdi.
 
Sonra doksanlarla birlikte paranın ele geçirilmesiyle öykünme ihtiyacı ortadan kalktı. Artık 5 yıldızlı otellerin kral dairelerinde mangal yapıp, tavana çiğ köfte yapıştırabilmek için Oxford diplomasına gerek olmadığı anlaşılmıştı. ‘Kıroyum ama para ben de’ deyiminin doksanların mottosu olması bu sürecin yansımasıdır.
 
Artık on kişi aynı tencereye kaşık salladığı yer sofrasından kalkıp oturduğu masadaki, çatal, kaşık, bıçak, su, içki kadehleri karşısında ezilip büzülüp, ter içinde çevresindekileri taklit etmeye çalışmasına gerek kalmamıştı. Uzanıp eliyle yiyebilirdi ve hatta ‘kentliler’ bu davranışında şehvet içeren bir kışkırtıcılık bile bulabilirlerdi.
 
Parayı ele geçirenin kısa sürede iktidarı da ele geçireceği yasasının işlediğini bir kez daha kanıtlamaktan öte bir anlamı yok heykel krizinin. Artık öykünmeye, çekinmeye, ezik hissetmeye de ihtiyacı yok, gücün sahibinin. Beğenisi (zliği) eleştirilince daha bir celallenebilir. ‘İlla Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu mu olmak gerekir!’ diye esip gürler. Bu bağırtıda bile sanatsal estetik beğeninin ancak güzel sanatlarda okunarak alınabileceğini sanma cehaletinin yattığını düşünmez bile, özgüvenle ekler, ‘biz pratiğini yaptık bu işin!’. Çekirdekten yetişmeyiz, mektepli değil alaylıyız sözleri bu ülkede eğitimlilere duyulan haseti ve ezikliği en iyi ifade eden sözlerdir. ‘Bir de elektrik mühendisi olacaksın, bir sigortayı değiştiremedin!, Abi inşaat mühendisi bir türlü işin içinden çıkamazken bizim usta temeli öyle bir attı ki koskoca mühendis şap gibi kaldı!’ ve diğer çeşitlemeler, herkese tanıdıktır.  
 
İki hazin özelliği var bu sonucun. İlkin muktedir, ‘Hair’ filminde New York seçkinlerinin yemeğine davetsiz katılıp, sonra da o yüksek görgü kurallarının masası üzerinde dalga geçerek dans eden Berger’ a hiç benzemiyor.  
 
İkincisi ise Mehmet Aksoy’ un, Antakya, Yayladağ’ da bir köylü çocuğu olarak doğup, sevgili zalim Cumhuriyet’in burslarıyla modern heykelin en önemli sanatçılarından biri olmuş olması.
Sanatçı ile muktedirin, ikisi de bu Cumhuriyetin eseri.
 
Daha önce de yazmıştım, AKP, Kemalizmin üvey evladıdır diye. Mustafa Kemal’in bir sözü bu anlamda küçük bir farkla doğrulanıyor. Köylü olmasa da ‘köylülük’ milletin efendisi oluyor.


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam