04/11/2010 | Yazar: Emine Özkaya

Bisiklet tutkum çocukluğuma dayanır. O yıllarda, her çocuğun bir bisikleti olamazdı çok varlıklı bir aileden gelmiyorsa eğer. Bisikletler kiralanırdı.

Bisiklet tutkum çocukluğuma dayanır. O yıllarda, her çocuğun bir bisikleti olamazdı çok varlıklı bir aileden gelmiyorsa eğer. Bisikletler kiralanırdı. Bisiklet kiraladığımız yerin hemen karşısında da, bir at harası vardı. Okuldan eve geç kalma pahasına, bu atları seyrederdim saatlerce. Hele kehribar renkginde bir at vardı ki, ona aşıktım. Yeleleri kahve siyah, koşarken soludukça, burun kıvrımları, şehvetle açılıp kapanırdı. Fakat, ne atım olabildi, ne de bisikletim.
 
Yıllar sonra "kader" beni Londra'ya savurdu. Londra, ulaşım yönünden pahalı bir şehir, hele  benim gibi yeni göçmenler için ateş pahası! Bir süre metrolara kaçak bindim. Fakat başa çıkılacak giibi değildi Sonunda, taksitle bir bisiklet aldım. BEYAZ bir bisiklet. Nihayet çocukluk düşüm gerçekleşmişti. Eh artık, Londra değil sadece, bu ülkeyi keşfedecektim. 
Her binişimde, ata biner gibi, boynunu okşar, tozunu siler, aynasını parlatırdım. Bir de övünürdüm, bu ülkede mülteciydim, dillerini ödünç almış, zar zor kekeliyordum ama, Beyaz bisiklet benimdi. Onunla her sokağa çıkışımda gurur duyar, herkesin bizi kıskandığını düşünür, bundan ayrı bir sevinç duyardım. Varsın vatansız olsaydım, ne çıkar....
 
Anlayacağınız, ona, gözüm gibi bakardım. Pedallarına bastığımda, ne İstanbul hasreti ne de göçmen olduğum aklıma gelirdi; her türlü maddi manevi bağımlılıktan kurtuluverirdim. Sadece yollar, sonsuza açılan sokaklar ve özgürlük duygusu dışında, hiçbir şey umurumda olmazdı o anlar.  Londra'nın sokaklarının ufku da açıktır.İnsana bir sonsuzluk duygusu yaşatığı gibi, olmadık hayallere de kurdurtur.
 
O günlerde, feminist bir grubun, Hackney civarında toplantısı olduğunu işittim ve katılmaya karar verdim.
 
Sırt çantam omzumda, Muswell Hill'deki evimden bisikletime atlayıp yola çıktım. Yol param yoktu zaten. Toplantı, sosyal center denen, ön cephesi camekanlı, çirkin bir binanın, alt katında yapılıyordu. Binanın önündeki demire bisikletimi bağladım. Toplantı bitti, çıktım, o da ne? Beyaz bisikletimi bağladığım yerde kırık kilitten başka birşey yoktu. İnanmaz gözlerle sağıma, soluma bakındım ama, nafile. Yoktu işte bisikletim.
 
Hayatımda yaşadığım en büyük hayalkırıklarından birisi de bu anlardır. İçimden sayısız küfür ettim hırsıza, bisiklet hırsızlarına. "Bula bula şu göçmenin bisikletini mi buldunuz adi pezevenkler...", daha neler neler. Salya sümük, küfrün biri gitti biri geldi ama, BEYAZ bisikletim gelmedi. Cebimde yol parası da yok. Neredeyse  on kilometrelik yolu yayan yürüdüm o gece. Biliyordum ki, birdaha beyaz bisikletim olmayacak, yıllarca her gördüğüm beyaz bisikletin arkasından bakacaktım kederle...
 
Ve yol boyunca düşündüm. Bisiklet çalmak bir cinayettir bana göre. Hırsızlığın da bir etiği, rajonu olmalı. 
Nerede o kaliteli hırsızlar?
 
Yine o yıllarda, yolum Amsterdam'a düştü. Kente hayran kaldım, idealdi bisiklet için. Hele kanal boyu...
 
Ve orada öğrendim 1960'ların Beyaz Bisiklet Hareketini. Hikaye şöyle anlatılıyor:
68 Hareketinin bir uzantısı olmalı bu  olay. Tüm bisikletler beyaza boyanıp, kolektif kullanım için, şehrin dört bir yanına dağıtılıyor. İhtiyacı olan kullanıyor ve kilitlemeden, sokağa bırakıyor. Bu hareket öyle yaygınlaşıyor ve içselleşiyor ki, kimse bisiklet almıyor ve çalmıyor.
 
Fakat, bisiklet üreticileri ve satıcıları çok rahatsız oluyor bu durumdan. Kar edemiyorlar, satışları düşüyor.
 
Ve Amsterdamlılar bir sabah uyandıklarında, kanalların ölü, BEYAZ bisikletlerle tıkandığına tanık olurlar.
 
Evet, her özgürlükçünün bir bisikleti olmalı, BEYAZ


Etiketler: yaşam
nefret