14/11/2012 | Yazar: Hande Çayır

Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı – Değerlerin Sorgulanması adlı kitabın arka kapağında şu sözler var: ‘Dünyayı düzeltmenin yeri önce kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve onlardan çıkan iştir.’

Yolculuğumuzun sonuna doğru bir benzincide durduk.
 
-          Tuvaletler temiz mi?
-          Nasıl?
 
Cevap verdim ve onu kendi haline bıraktım. Bir poşet ile bindi arabaya sonra. İçinden Negro adındaki bisküvi çıktı.
 
-          Ne görüyorsun buna bakınca?
-          Negro, zenci, siyahî, Afrikalı-Amerikalı…
 
Yemeye devam ettik. Hiç rahatsız olmadı. Ben bir an bıraktım. Sonra devam ettim. Sonra yine bıraktım. Bir bisküvi koyu renkli diye, içindeki beyaz krema da dişleri anımsattığı için belki, nasıl ve hangi karar vericiler, bu ismi koyuyorlar? Satışlar yıllardır neden olumsuz yönde etkilenmiyor?
 
“Ne zaman bu bisküviyi görsem aklıma hep siyahî bir vatandaşın bunu görürkenki hali geliyor. Hep almaktan vazgeçiyorum” diyor mustancigano adlı Ekşi Sözlük yazarı.
 
Mikro eylemlerin makro dünyaya etkisi nasıldır?
 
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı – Değerlerin Sorgulanması adlı kitabın arka kapağında şu sözler var: “Dünyayı düzeltmenin yeri önce kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve onlardan çıkan iştir.”
 
Change.org* adındaki siteden de -değişmesi umulan şeyler için- eylemler başlatılıyor.
 
Gün içinde, öyle yükler var ki; oradan oraya koştururken hepsine yetişmek mümkün olamıyor. Bazen sadece yatağa girip uyumak istiyor insan. Bazen de, ne ise o günkü listede yapılacaklar, ona odaklanılıyor.
 
Bir diğeri Taksim’de yaşanıyor şu günlerde. Uyanıyorum ve sanki Truman Show gibi organize bir dünyanın içine düşüyorum, etkimin sıfır olduğunu hissettiğim… Karşıya geçmeye çalışırken arkamdaki adam okkalı bir küfür fırlatıyor. Duyması gerekenler duymuyor. Bilgisayar karakteri gibi hissediyorum. Tüm yollar bir gecede değişmiş, engellenmiş. Önce, “belgesel yapacağım bundan, bu adamın küfrü duyulacak, hay lanet, okula yetişemiyorum” derken sonra “sakin ol Hande, bak sen bir Mario’sun, önüne engeller çıktı ama birazdan tüm elmaları ve altınları toplayıp oyunu bitireceksin. Kaç canın kalmıştı?” gibi düşünüyorum. Birey-devlet ilişkisinden başlayınca çıkamıyorum işin içinden. Bu bir savunma mekanizması sanırım. Yoksa delirecek gibi oluyorum. Sürreal dünyamı da anlayamamaları hep bundan belki de.
 
Londra’da The Turk’s Head (Türk’ün kafası)* diye bir mekân varmış. Girişinde Barbaros Hayrettin Paşa’nın kellesi olduğu söyleniyor. İlk gördüğünde, bisküvi sever arkadaşım çok tepki duymuş ancak sonra kraliçenin de kafası ile adlandırılan mekânlarla karşılaşmış ve rahatlamış.
 
Bilemiyorum. Şimdi, Negro’yu gördük. Türevlerini de görsek rahatlayacak mıyız? Ya da iğneyi Türk algısına, çuvaldızı bisküvi Negro’ya batırınca ne değişecek?
 
Her şey hızla ürüyor ve kral çıplak… Yalnız hissetmemek için sık sık toplanmak mı lazım?
 
 
 

Etiketler:
nefret