16/01/2012 | Yazar: Selçuk Candansayar

Kürtlere duyulan büyük öfkenin kaynağı da biraz ortaya çıkıyor gibi, değil mi? Biz sana kıyalım, seni kandıralım, ezelim, yok sayalım ama sen yine de bizi sev.

Lefter, Fenerbahçe ve Türkiye için futboldan çok öte anlamı olan bir simgeydi. Futbolu bilen bilmeyenlerin, onu tribünden seyreden, o futbolu bıraktıktan çok uzun yıllar sonra doğanların bile Fenerden söz edilince ilk akıllarına gelen isim olması sadece futbolla ya da Lefter’in futbolculuğuyla açıklanamaz bir durumdur.


Lefter, Türkiye’nin o derin suçluluk duygusunun merhemiydi galiba. O kıyıcı dönemler boyunca, iktidarların bu topraklardaki güzellikleri kırıp döküp, bin yıldır bir arada yaşayanları söküp atıp, evleri barklarını yakıp, mallarına el koyarak kovma suçuna ortak olmuş olmaya dayanma gücü veriyordu insanlara.

Lefter Küçükandonyadis adı yetmişli yılların başında Doğu Anadolu’nun ücra bir köyünde büyüyen ilkokul öğrencisi bir çocuğa ne anlatır? Adı değişik! Soyadında hem Türkçe var hem de Türkçe olmayan bir sözcük! Ama İstanbul’lu ve Büyükada’da yaşıyormuş. Fenerbahçe’nin en büyük futbolcusuymuş ama Milli takımda da oynamış. O zaman ‘Türk’ olmalı ama adı neden ‘Türk’ değil?

Benim Fenerli olmam işte bu soru ve ünlem işaretleriyle başlamıştır. Lefter o çocuk aklıma galiba farkında olmasam da ‘biz’ olmak için ‘aynı’ olmak gerekmediğini adıyla kazımıştı. Ecnebi olmayan, bizim Milli takımda oynayan, bizimle beraber yaşayan ama bizimle aynı olmayan insanlar da var! O zaman biz olmak aynı olmak demek değil.

Bir kaç yıl önce Atina’da rahatsızlanıp hastaneye yatırıldığında Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe adına özel uçakla onu İstanbul’a getirtmesi de çok etkilemişti beni. Evet büyük bir vefa ve saygıydı elbet ama o zaman daha da net bir şekilde Lefter’in sadece efsane futbolcu Lefter olmadığını, bizim derin suçluluğumuzun ilacı da olduğunu fark ettim.

Sosyal medyada dolaşan bir rivayet vardı ölümünden sonra; ‘Gavur diye camlarını kırdık. Fenerbahçe taraftarı vapurla adaya indi. Göster Baba kim kırdı dediler. O yine de göstermedi!’

Rivayet ya da hakikat olması önemli değil. Önemli olan Lefter’in kendisine gavur diyenleri bile koruduğunu anlatması. Türk değil diye bu topraklarda ne çok insana ne büyük haksızlıklar yapıldığının kanıtı yazılıp çizilenler. Ama asıl acı verici olan haksızlığa uğramasına karşın susan ve kendisine kıyanları koruyan bir kimlik kurması, bu ve benzeri hikâyelerin.

Rivayetlerin alt metninde çok ama çok iyi insanların, bizim gibi kötülerce zulme uğrasalar bile bizi sevmeye ve korumaya çalıştıkları fikri var. Sanki bütün o kötülüğümüz, çirkinliğimizle kıyıp yok ettiklerimizin bizi yine de sevip korumalarına muhtaçmışız gibi.

İşte derin suçluluk bu.

Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti olarak inşa edilirken bu topraklarda ne büyük suçlar işlendi. ‘Türk’ü inşa etmek için icat edilen ‘Türk olmayan’ kimliği ne çok insanın canını yaktı. Yaktı yakmasına ama bir yandan da her şeye rağmen o kurulan ‘Türk’ü sevmeleri ve o ‘Türk’ için çalışıp çabalamaları, saygıda kusur etmemeleri beklendi onlardan.

Kürtlere duyulan büyük öfkenin kaynağı da biraz ortaya çıkıyor gibi, değil mi? Biz sana kıyalım, seni kandıralım, ezelim, yok sayalım ama sen yine de bizi sev. Sakın ‘Türk’ olmak istemiyorum deme! Demeye kalkarsan kendi suçumuzun vebalini de sana ödetiriz.

Evet, Lefter’in gidişiyle hakkaten bitti kalem, doldu defter. Bu yazı Kadıköy’deki törenden önce yazılıyor. Umarım, stad bütün renklerle dolmuştur ve umarım o stadın adı artık Lefter Küçükandonyadis olur. Suçluluğumuzun merhemine en azından biz de vefa göstermiş oluruz

Etiketler:
nefret