22/06/2010 | Yazar: Can Yaman

Eşcinsel hareketin kamusal alana çıkışından sonraki ilk açık onur haftası etkinliğinin basın açıklamasına, eşcinsel aktivistlerin yanı sıra Beyoğlu ahalisinden de katılan olmuş

Eşcinsel hareketin kamusal alana çıkışından sonraki ilk açık onur haftası etkinliğinin basın açıklamasına, eşcinsel aktivistlerin yanı sıra Beyoğlu ahalisinden de katılan olmuştu. O grubun içinde özellikle benim dikkatimi çeken, zeka engelli vatandaşlarımızdı. İlk önce anlam veremediğim bu ilgiye, daha sonra zihnim açıklık kazandıracaktı. Yıllarca hasta değiliz diye çırpınırken, ilk destekçilerimizin o hasta grubu insanlardan çıkması ilginçti. Ne de olsa böyle bir ülkede eşcinselim deyip, sokağa çıkmak delilikti. Sanırım onları cezbeden de bu olmuştu. Bir de üstüne üstlük renkli koyun baskılı tişört giymemiz olayı tetiklemişti. 

Açıkçası bu durum beni çok rahatsız etmedi. Ama politik olarak “ne hasta ne sakatız” söylemi, bu durumu paylaşan vatandaşlarımız açısından pek olumlu karşılanmamasına rağmen, dolaylı olarak desteklenmesine sebep olmuştu. Bu da bize yönelik söylem sorununa işaret etmişti. Özellikle aynı süreç içinde sakat aktivist Nazmiye Güçlü’nün asansörsüz, dik merdiven yokuşlu mekanımıza gelişindeki zorluk, gözümüze çok sonra çarpacaktı. Bu sorunu fark etmemiz için Nazmiye’nin oraya daha sık çıkması ve bu sıkıntısını iletmesi gerekiyordu. Gönüllü olarak çalıştığım süreçte üç işitme engelli gey arkadaşın gelişinde de aynı sıkıntı yaşanmıştı. Çünkü onlarla iletişime dahi geçemiyorduk.
 
Aslında bu tip karşılaşmalar çaresizliğimizi gösterse de bir yanıyla ulaşma alanımızın ne kadar genişlediğini gösteriyordu. Zorluydu ama denemeye değerdi. İşitme engelli arkadaşların bir daha ofise geldiklerini görmedim. Ama Nazmiye bir süre daha gelmeye çalıştı. Geldiği süre içinde birbirimizi tanımak ve anlamak kısmi de olsa başarıya ulaştı. Fakat hâlâ asansörsüz ve yüksek katlarda mekânlar bulabiliyoruz. O da ayrı bir konu. Bunda mekân aramadaki zorluklarımızı göz ardı etmiyorum. Kaldı ki Beyoğlu merkezinde çoğu yer, yüzümüze kapıları çarpmıştı. Sanırım en son yer, bulunabilecek en iyi yerlerden biriydi.
 
Eşcinsel harekete engel tanımayan bağlılığımıza rağmen, engelli vatandaşlarla bağımız çok da yeni değildi. Özellikle Nazilerin bol bol öteki imal ettikleri modern bilimsel ırk söylemi (ki bu söyleme göre ırk, tamamen “doğa tarafından yönetilen” inkar edilemez şekilde, kalıtımsal, kültürel olarak müdahale edilemez, düzeltilmesi imkansız, sabit ve belirlenmiş bir nitelikti) ta en başından beri patolojik deformasyon, dejenerasyon, delilik ve cinsel sapkınlık imgeleriyle doluydu ki biz aynı ayrıştırmayı 80 darbesinde de yaşamıştık. Demek ki coğrafyalar farklılık gösterse de zihniyet zorba olunca işleyiş aynı oluyordu.
 
Sanırım engellilerle eşcinsellerin kesişen yolları bu sorgulamayı kendi içlerinde sürdürmesini bir süre daha koruyacak. Ancak sorgulamalar her ne kadar samimiyet barındırsa da aramızdaki delice yalnızlık kalıcılık kazanacak kanımca. Örneğin Yahudi soykırımının ardından, dünya üzerindeki tüm Yahudilerin kolonileşip beraber olması, bu zorunlu beraberlikteki yalnızlığı açıklıyordu. Özellikle 1930’ların Yahudi düşünürü Jacop Wasserman düşündürdükleri çok manidardı: “Hiç kimse ya da hiçbir grup beni kendisine yakın görmüyor, ne kanımdan olan insanlar ne de içlerine girmeye can attıklarım, ne kendi türümden insanlar ne de tercih etiklerim. Nihayetinde bir seçim yapmaya karar verdim ve yaptım da. Beni eski çevremden koparan şey, özgür bir seçimden ziyade yazgımdı. Ne var ki, yeni çevre de beni ne içine ne aldı ne de kabul etti.”
 
Bazen ben de böyle hissetmiyor değildim hani! Mesela Lenin’in, sosyalist devrimi, burjuva devriminin devamı değil de yedeği olarak yeniden tanımlanırken komünizmin kurucu edimi olarak ötekileri tekrar yalnızlaştırmıştı. Fakat bu, kapitalist dünyanın nevrotikleştirdiklerine göre çok daha masumdu. Dövüş Kulübü filmindeki Tyler Durden bu konu hakkında şöyle diyordu: Bizim neslimiz büyük depresyonu ya da büyük savaşı yaşamadı. Bizim savaşımız ruhsal bir savaş. Bizim depresyonumuz kendi hayatlarımız... ”
 
Bizi sokaklarda onur diye inleten sebep de buradan geliyordu. Devrimi kendi ruhsal açmazlarımızdan kazanıyorduk ve bu da harekete bağlılığımızı/bağımlılığımızı açıklıyordu. Çünkü biz tıpkı iki çılgın sevgili gibiydik. Delicesine sevdalı ve öyle büyüktük ki, biz birbirimizden ayrılamadık, ayrılamayız da!


Etiketler: yaşam
nefret