12/06/2013 | Yazar: Melek Göregenli

Bu çocuklara dağılın demeyin, ne yarım saatte ne de bir ömür dağılmayacaklar, başta iktidar anlayışı olmak üzere hepimiz biraz dağılalım…

Bu çocuklara dağılın demeyin, ne yarım saatte ne de bir ömür dağılmayacaklar, başta iktidar anlayışı olmak üzere hepimiz biraz dağılalım…
 
Önce çocuklar kadar ve çocuklar gibi şen, ağacımıza, soluğumuza, aşk gibi güzel şehrimize, medeni şehirliler olarak sahip çıkmak için, evet birkaç ağaç için, şehrin bahçesinde sadece otururken bir gaz bulutu geldi. Çok tanıdık bir geniz yanması, ağaçsızlığın değil insaniyetsizliğin, vicdansızlığın yarattığı boğulma hissi. 1 Mayıs değildi, grev falan da yoktu; ücretlerimiz, haklarımız için falan da yürüyor değildik. Bulut hâlâ dağılmadı, neredeyse bütün memlekete yayıldı; her geçen gün gaz bulutunun ardından yeni itaat suçları çıkıyor ortaya, yeni acılar, bildik iktidar marifetleri, yeni kalp kırıklıkları hatta söylemeye dilim varmıyor, ama tekrar tekrar yüksek sesle söyleyerek alışmamaya çalışıyorum: İnsanlar öldü; bir kez daha bu ülkede çocuklar öldürüldü, tam da artık çocuklarımız ölmeyecek umuduyla yüreklerimiz kıpır kıpırken. Yine aynı filmin figüranları olarak gazımızı yiyip yaralarımızı sarmaya çalışırken, “Önce gaz bulutu oluştu ardından hayat başladı” dedi bir grup çocuk. Genç de diyebilirsiniz hatta kendilerine “çocuk” dediğim için bana kızabilirler de. Çünkü biz onlara, büyümenin, yetişkin olmak değil, hayatın tezgahından geçip “sağduyulu kamuoyu” anlamına geldiği bu coğrafyada, bir marifet olduğunu öğrettik hep. Gezi parkında ve “Her yer Taksim”de, hem iktidarın hem de azgın azınlıklar, müzmin muhalifler, akil amcalar teyzeler olarak hepimizin ezberini bozan bu çocuklar için, sevinçle özgürleşirken, aniden, bazen bir gaz fişeği şeklinde yara, bazen ölüm gibi soluksuz bırakan gazdı polis; yumuşacık kalpli Rıza Baba’ya, bir milletvekilinin çocuğunun önünde boynu bükük hizaya getirilen mazlum memura ya da sadece “gerçek suçlu”lara haddini bildiren kırık kalpli Behzat Ç.’ye hiç mi hiç benzemiyordu.
 
Fight Club Turkey
Kavruk çocukları, tiki kızları, temiz oğlanları, devrimcileri, hayat, adeta ‘Fight Club’a çağırıyor. Devletin hizaya getirme repertuarından o kadar habersizler ki, 80’lerin karanlığıyla terbiye edilmiş, 90’ların binbir iktidar numarasıyla, devletten gelebilecek her türden kötülüğe bedenen alışmakla kalmayıp ruhen teslim olmuş, asker, sivil, üniformalı ya da sivil ama hepsi suratsız öğretmenlerin büyük devlet okulunda, şiddet tedrisatından geçerek büyümüş bu memleketin insanlarına, hepimize, hiç benzemiyorlar. O kadar “büyümemişler” ki, ne gazdan korkuyorlar ne sopadan. O kadar büyümemişler ki, resmi polislerin arkasından yürüyen eli sopalı adamları bir yandan görüntülerken bir yandan “Hadi gelsene buraya hadi aramıza karışsana, kolaysa gelsene” diyerek, adaletli bir karşılaşma ihtimaline ısrarla inanmak istiyorlar. O kadar büyümemişler ki, kollarındaki sırtlarındaki morluklara aldırmadan sözün büyüsüyle çılgınca eğlenebiliyorlar. Alanlarda rapta zapta gelmiyorlar, pankartların altında sıra sıra durmayı bilemiyorlar; yanlarına tam tersi fikirleri olan insanlar geliverdiğinde elleri ayakları dolanmıyor.
 
“Kahrolsun bazı şeyler!”
Her yaştan bu çocuklar, şehirlerin alanlarını, müfredatını hep beraber icat ettikleri, mekânlarını her yerine kendi işaretlerini, izlerini bırakarak inşa ettikleri, kirlettikleri, sonra temizledikleri, adrese göre değil, kalbin derinliğine, hayal gücünün sınırlarına göre kayıt olunabilen okullara dönüştürdüler. Bu okulda anadilde ve çok dilli eğitim yapılıyor, biz çokbilmişlerin bilmediği bir dil bu. Ancak yan yana durulabildiğinde şaşkınlıkla ama sabırla öğrenilebilen, mizahla paylaşılan, her mahallenin kendi meşrebince yoğrulan, ama asla disipline gelmeyen bir dil. Sözlüğünden çıkarılması gerektiğini düşünerek, onlar yazdıkça silmeye çalıştığımız, onlar canları acıtıldıkça, ağız dolusu bildikleri en acıtıcı sözcükleri bağırırken, “ayıp çocuğum hem de politik değil” diyerek beşeri ya da siyasi terbiyeyle ehlileştirmeye çalıştığımız bu dil, çok da tanıdık değil mi? Onlar mı icat ettiler bu dilin sıradan kötü sözcüklerini? Mecliste, evde, sokakta, popüler kültürün o çok sevilen karakterlerinin ağzında, memleketin bütün delikanlılık temrinlerinin anadili değil mi bu? Dahası, daha yakına bakalım. Biz, bunca yıldır, yazılarımızda, derslerimizde, politik gruplarımızda, köşelerimizde, hatta 70 milyona konuşuyor sanarak, memleket meselelerini, uzmanların, yorumcuların tartışmaya doyamadığı televizyon programlarında, aslında çok fazla kendi aramızda konuşmuş ve hâlâ konuşuyor olabilir miyiz? Onlar hayatın gerçekleriyle karşılaştıkça yaralarını sokaklardayken, belki de ilk kez karşılaştıkları birbirlerine dokunarak, evlerine döndüklerinde ekşi sözlükte, twitter’da konuşarak, dalaşarak, gülüşerek sarmaya çalışırken, 70 milyona başka dünyaların insanları, hayvanları, güzelleri seyrettiriliyordu. Şimdilerde seri Gezi Parkı yayını yapan televizyonlarımızda kritik bir soruya cevap arıyoruz hep beraber: Kim bu çocuklar? Bence doğru soru bu olmamalı, eminim çok başka yerlerde de bu sorunun cevabını bulmak için yorgun ve kalbi eskimiş adamların kafaları daha da yoruluyor.
 
“Şükretme isyan et”
Öncelikle iktidarın sorması gereken soru, bu çocukların kim olduğu değil, bu çocuklara ne yaptığı -mız- ve ne yapmakta olduğu -muz- sorusudur. Sokağa asla çıkamayacağını, çoğunun kendi odalarında bilgisayarları başında pek de nasıl bir dünya olduğunu bilmedikleri, bilmeye de niyetlenmedikleri sanal dünyalarında kendi aralarında eğlendiklerini sandıkları gençlere, kendilerini nasıl bu kadar görünmez hissettirebildikleridir. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz”, “Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz” tecrübeli ve liberal atalar sözleriyle, her türden iktidar istisnalarına alışmış bizim kuşağın neredeyse tek güvendiğimiz kurum ÖSYM idi. Geleceğimizi belirleyecek bu sınavlarda korktuğumuz tek şey, cevap anahtarına işaretleme yaparken “kaydırmak”tı, şimdilerde binbir sınavla “adam” olmayı başarabilmek zorunda olan bu çocuklar, artık bu sınavlara bile güvenemiyorlar. Kendileri hakkında alınan her karar, geleceklerini belirsiz bir zamana ve içeriğe erteliyor. Hayatlarının “kaydırıldığını” hissediyorlar; dünyanın burasında, hepimizden iyi bildikleri kocaman bütün dünyadan koparıldıklarını ve şimdi televizyonda genç bir kadının söylediği gibi, ülkenin giderek daha çok “devletin çılgın bir güçten ibaret olduğu”nu sanan bir anlayışla yönetilmekte olduğunu hissediyorlar.

Beşiktaş Çarşı’dan ilhamla uydurmaya çalışırsam: Bu çocuklara dağılın demeyin, ne yarım saatte ne de bir ömür dağılmayacaklar, başta iktidar anlayışı olmak üzere hepimiz biraz dağılalım, dağılmak ve belki yeniden toparlanabilmek için çok zamanımız yok.(Radikal İki)

Not: Bu yazıdaki, başta yazının başlığı olmak üzere, fikirlerim ve duygularım için bütün sözlük, twitter vb. sosyal mecra yazarlarına teşekkürler, hürmetler.

Etiketler:
İstihdam