26/01/2011 | Yazar: Ahmet İnsel

Yeni anayasa, seçim öncesinde tartış

Yeni anayasa, seçim öncesinde tartışılacak mı? Bir grubun hazırladığı bir taslağın madde madde tartışılması değil kast ettiğimiz. Anayasada yer alacak genel ilkeler, milletvekili seçimleri öncesinde tartışılacak mı, tartışılmayacak mı? Başkanlık sistemi mi, yarı başkanlık mı veya parlamentoya dayanan bir hükümet mi arzulanıyor? Gerekçeleriyle kamuoyunda görüşülecek mi? Temel hak ve özgürlüklerin tanımı, kapsamı ve nasıl güvence altına alınacakları konuşulacak mı? Yurttaşlığın tanımı konusunda toplumda var olan farklı görüşler, kendini açık biçimde ifade edecekler mi? İdari yapıya hakim olan merkeziyetçiliğin olumlu ve olumsuz yönleri değerlendirilecek mi? Bu ve benzeri konular tartışılmadan geçecek bir seçim kampanyası, Tayyip Erdoğan’ın “anayasayı halkın yapacağı” iddiasının bir kez daha boşa çıkmasına yol açacak. 

Asli kurucu güç
Bu anayasa tartışmaları özgürlüklerin, eşitlik anlayışının daha kapsamlı biçimde düşünülmesi ve herkesin eteğindeki taşı dökmesi olanağı vereceği için, demokrasinin toplumsal zemine oturması açısından olmazsa olmaz öneme haizdir. Bir anayasa tartışması, aynı zamanda siyasal toplumun asli kurucu gücünün yurttaşlar olduğunun vurgulanmasıdır. Referandum bu vurgunun noktasının konduğu andır. Referandum kadar önemli olan anayasanın hazırlanması sürecidir.
Gelelim anayasanın toplumun çoğunluğunun hayat felsefesini, alem tasavvurunu mu yansıtması gerektiği sorusuna. Muhafazakâr çevrelerin sözcülerinin ağzından çok sık duyduğumuz bu öneri, Türkiye’de anayasaların topluma giydirilen bir deli gömleği olmasına karşı duyulan tepki olarak ele alınabilir. Bu nedenle talidir denebilir ve kısmen doğrudur da. Yalnız bu tepkisel tavrın arkasında yatan toplum ve siyaset anlayışını biraz daha deşince, bu önerinin çoğunlukçu demokrasi anlayışının bir uzantısı olduğu ortaya çıkıyor. Anayasa tartışmalarının can alıcı bir iki konusundan biridir bu. Toplumun çoğunluğunun alem tasavvuru toplumun geri kalanı üzerinde yasaklayıcı, müdahaleci, çoğunluğa tabi kılıcı nitelikler taşırsa, bu alem tasavvurunu yansıtan bir anayasa bir tahakküm, baskı anayasası olmaz mı?
Toplumun çoğunluğunun nasıl yaşamak istediğinin anayasaya yansıması mı esastır, yoksa toplumun bir ve yekpare olmadığı ilkesinin baştan kabul edilmesi mi? Eğer ikinci ilkenin esas olduğu kabul edilirse, o zaman Hayrettin Karaman’ın “demokrasi adına fitne, fesat ve istikrarsızlığa çanak tutulması” (Yeni Şafak, 14.1.2011) olarak tanımladığı fikirle taban tabana zıt bir zihniyet anayasaya hakim olmalıdır. O zaman Hayrettin Karaman’ın önde gelen kanaat önderlerinden olduğu dindar-muhafazakâr çevrelerin istediği türden, fitnesiz (Alevisiz), fesatsız (Kürtsüz) ve istikrarlı (yüzde 10 seçim barajlı), kendi muhafazakâr ahlak anlayışının “genel ahlak”a dönüştüğü bir anayasa olamayacaktır bu. Karaman ise, “kendisi olmaktan çıkmayanların yaptığı” bir anayasaya yön veren ilkenin “bizim asıl medeniyetimizi ihya etme” olduğunu iddia ediyor. Anayasa ile “asıl medeniyetimizi ihya etme” işine girişecek miyiz? Girişmeli miyiz? Bu iş nasıl bir anayasa gerektirir?
Bir muhafazakâr olarak Kara-man’ın istikrarı en önemli değerler arasında sayması doğal. Benzer biçimde, “içki, çıplaklık, bizim kültürümüze yabancı kopya sanatın (ucube) savunulmasını” bir yana bırakıp “kendi insanlarımıza mahsus hak ve özgürlüklerin korunmasına” öncelik vermesini savunması da. Muhafazakâr düşünün ana temalarından biri, evrensel insan hakları diye bir şeyin olamayacağı, Almanların, Fransızların, Türklerin hakları olacağıdır. Kendi insanlarına mahsus hak ve özgürlükler konusunun üzerinde durmakta yarar var. 

Kadın-erkek eşitsizliği
Karaman’la aynı değerleri paylaşan Ahmed Şahin, Zaman’da yayımlanan, “Müslüman bir kadın neden Hıristiyan erkekle evlenemez?” başlıklı yazısında (19.1.2011) bu konuyu aydınlatıyor. Müslüman bir erkeğin Hıristiyan bir kadınla evlenmesinin caiz, tersinin caiz olmadığını, bu iki durum arasında çok önemli bir fark olduğunu belirten Şahin, kadın-erkek eşitsizliği konusunda muhafazakâr-dindar düşünün özünü bize sunuyor.
Sözü Şahin’e bırakabiliriz: “Aslında esas olan, Müslüman erkeğin de kendisi gibi Müslüman bir hanımla evlenmesidir. Aile ancak aynı inanca sahip eşlerle huzur bulur, inanmış nesil ancak böyle ortak inançlı yuvada kolay yetişebilir. En başta bu gerçek unutulmamalıdır. Bununla beraber, Müslüman erkeğin ehli kitap Hıristiyan bir kadınla mecbur kaldığı yerde evlenmesi de caiz görülmüştür. (...) Bu çocuklar, hangisinin inancına göre yetişecekler? İslam’da doğan çocuklar, ana babanın hayırlısına tabi olurlar. Yani Müslüman babaya nispet edilirler. Ama buna ne ölçüde razı olur Hıristiyan ana? Ana şefkatiyle etkili olduğu çocuklarını kendi inancına göre yetiştirmeye çalışırsa nasıl bir nesil yetişir Müslüman aile içinde?” Elbette doğal çözüm, “Hıristiyan ana(nın), Müslüman ailenin kendisine gösterdiği şefkat ve sıcak ilgiden etkilenerek Müslüman ol(ması), böylece aileyi topyekûn mutlu ve huzurlu kıl(masıdır)”. 

İslam’da evlilik
Ana babanın hayırlısı hayırsızı farkını getiren ve hayırlısı baba oldukça bunda sorun görmeyen Şahin, hayırsızın baba olduğunda dinen icazetin bittiğini belirtiyor: “Hıristiyan bir kadının vardığı Müslüman erkek, Hıristiyan kadının kitabını, peygamberini inkar etmiyor, aksine daha doğrusuyla tasdik ediyor, hürmet ve saygıda kusur etmiyor. Böylece Hıristiyan kadın, Müslüman’la yaptığı evlilikte din açısından bir aşağılanmaya maruz kalmıyor. Aksine dinde kendisinden ileride biriyle evlenmiş oluyor, dinini inkar eden birine boyun eğmesi söz konusu olmuyor. Ancak Müslüman bir kadının varacağı Hıristiyan erkeğin, Müslüman kadının inandığı peygamberini de, Kur’an’ını da kabul etme yolunda bir inancı söz konusu olmuyor. Böylece Müslüman kadın kitabını da, peygamberini de, dinini de inkar eden bir Hıristiyan erkeğin inkar aşağılamasına boyun eğerek evlenmiş oluyor.” Dolayısıyla İslam açısından caiz olmayan bir evlilik bu.
Bu tür karma evliliklerin dinen caiz olmamasına, kadını erkek karşısında mutlak tabi konumda görülerek verilen izahın yanıtını Müslüman kadınlar hakkıyla vereceklerdir elbette. Her din kendini en ileri, en iyi olarak görür. Ama örneğin anayasal bir tasarımda Hıristiyan erkekle Müslüman kadının evliliğinin uygun olmadığı Şahin’in verdiği dinsel izahata dayandırılabilir mi? Sorun dinen caiz olmayan kanunen de yasak olmalı mıdır sorusuyla anayasa konusuna bağlanır. Gerçekten bugün Ortadoğu coğrafyasında, kendine laik deseler de, medeni kanunda kısmen veya bütünüyle İslami ilkeleri uygulayan ülkelerde Müslüman bir kadının Hıristiyan bir erkekle evlenmesi kanunen yasaktır. Tersi değil. Türkiye bu açıdan bir istisna oluşturuyor.
Dinen caiz olmayan, ailesinin istemediği, çevresinin tasvip etmediği bir işi, Müslüman bir kızın her şeyi göze alarak yapmaya hakkı olmalı mı olmamalı mı? Din adamları dinen caiz olmayanı söyler. Aile geleneklerine uygun olmayanı belirtir. Bundan sonrası kişinin kendi kararı olmalıdır. Yasa kişiyi devlete karşı koruduğu gibi din, aile ve cemaatin yasağına karşı çıkanı da korumalıdır. Özgürlük bu anlamda insanın kendi vicdanıyla, değerleriyle, his ve düşünceleriyle gerçekleştirdiği seçim hakkıdır.
İşte anayasa tartışmalarını temel hak ve özgürlükler konusunda aydınlatacak asli sorulardan biridir bu. Kendisi nitel olarak belki talidir ama öze ilişkindir. Kendisi içki içmeyenin başkasının içkisine, başkasının örtünmesine veya örtünmemesine, heykeli dinen caiz bulmayanın heykel dikilmesine vs. karışmasının sınırı, kendi insanımıza mahsus hak ve özgürlükler anlayışıyla çizilemez. Aksi takdirde Türk’ün insan hakları, Müslüman’ın temel hak ve özgürlükleri, erkeklerin hakları geri kalan üzerinde hakim olur.
Bize mahsus hak ve özgürlüklere dayalı bir anayasa mı yapacağız? Gelin bunu tartışalım.

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam