20/03/2013 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Reha Erdem film yapmak için Kürt hareketinin de Türk Devleti’nin de rehberliğine ihtiyaç duymuyor, aynı zamanda bir rehberliğe de soyunmuyor.

Reha Erdem film yapmak için Kürt hareketinin de Türk Devleti’nin de rehberliğine ihtiyaç duymuyor, aynı zamanda bir rehberliğe de soyunmuyor.
 
Batı’da bir kentin orta yerinde, Balıkesir’de çekilmiş ve Kürtlerin dağlarındaki Kürtçe öykülerin kesiştiği bir yaşamı anlatan bir filmi anlatmak üstten bir yorum olarak görülecek olabilir; aslında bu yazıya başlamak bile mücadelenin üstünde hak iddia etmek gibi görülebileceğinden, ahkâm olarak görülebileceğinden oldukça riskli. Ama hepimiz biliyoruz ki batılı bir yönetmen böyle bir risk aldıysa bu iş politik olarak önce beyaz sanatseverlerden, sonra siyasal Kürtlerden tepki görmeyi göze almıştır. Bu yazı, Reha Erdem’in Jîn‘ine dair olduğu kadar Türkiye’de bir Jîn çekmenin imkânsızlığına rağmen bu filmi yapma konusunda gösterdiği ahlaklı tutuma da bir övgüdür.
 
Başlangıcı geçmenin rahatlığıyla söylenebilir ki Jîn’i oryantalist bir film olarak yorumlayanlar, onu uzaktan izlemeyi tercih edenlerdir. Bir “Türk” yönetmen olarak Reha Erdem’in çektiği Jîni özgür ve özgün kılan şeylerin başında “devlet ve kültür bakanlığı yardımı” için içeriğini sınırlamayan, yakın dönem “Kürt anlatısı içeren filmler” furyasına nazaran, Kürtlerin “mağduriyetleri” ile değil doğrudan bir Kürt ve kadın “kahramanın” hikâyesiyle ilgilendiği, o kahramanı asla mağdur etmediği, umutlu, idealist ve silahı “kötülemek” yerine silahın Kürt’ün yaşamındaki “sigortası” olduğu gerçeğini vurgulayan bir film olması bakımından çok önemli bir yere oturuyor.
 
Ancak sigortanın olduğu yerde tehdit de var elbet.  Film boyunca “aniden” patlayan bombalar, ani başlayan çatışmalar Türkler için “sarsıcı” bir güce sahip, bazı yazarlar bu efektlerin “okurun zekasını küçümsemek” olduğunu düşünmüş olsa da, prodüksiyona yatırılan dev paralarla yaratılan “patlamalar” yerine Reha Erdem’in masalsı öyküsünün sarsıcı patlamalarını tercih etmek gerekir. Çünkü savaşın gerçekliğini yansıtmak için bir belgesel ya da pornografik bir kurgu kullanılabilirdi. Oysa Reha Erdem’in Hayat Var‘dan bu yana yürüyen çizgisinin, soğuk kanlılığı ve ölümü “törenleştirmeyen” onu olduğu gibi yüzümüze çarpan bakış açısının bu patlama efektleri ve Jîn’in o patlamalar arasında almaya çalıştığı yolla birlikte okunması gerekir.
 
Jîn ile Hayat Var’daki Hayat arasında çok mühim benzerlikler var. Reha Erdem’in tüm “kadın” kahramanları gibi Jîn de sürekli olarak eril saldırılara açık bir ortamda yaşayan bir kadın. Üstelik korunma mekanizması olarak ona bırakılmış tek güç olarak silahın varlığı ve yokluğu arasında “bacım” ile “kız sen ne güzelmişsin” arasındaki o çizgiyi çizerken Jîn‘i Reha Erdem öykücülüğünün “devamlılık” prensibi içerisinde varsayabiliriz.
 
Keza Kosmos’un  da baş kadın karakteri için doğanın çağrılarına hayır demeyen; başında bir erkek gölgesiyle yaşayan ama özgürleşmek için ona öğretilen dillerin tamamından kaçabilen bir karakter olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Aralarındaki en mühim benzerlik, Jîn‘in farklılaşmasının ve özgürleşmesinin (devletten ve örgütlü yapıdan) başarısının tıpkı Kosmos için olduğu üzere geçicilik arz etmesidir. Bu bağlamda bu “başaramama” ama “onurluca deneme” hallerinin “Hayat Var” ile mukayese edildiğinde gün geçtikçe bireysel özgürleşme mücadelesi için umutsuzlaşan bir Reha Erdem’e işaret ettiğini söylemek şart; ama bu Reha Erdem’in her filmindeki gibi “mağdur” karakterden kaçınıp “mağrur” ve çağından daha bilge bir karakter inşa ettiği gerçeğini değiştirmiyor.
 
Zamanın Bilgesi: Jîn
Jîn, bizim zamanımızın bilgesi. 17 yaşında bir kadının bu masalsı anlatının içerisindeki yeri, hiçbir yere kalıba ve “ortasından konuşulan kitaba” sığdırılamayan öykünün öznesi olması kadar o özneyi asla mağduriyet diliyle anlatmamasından kaynaklanıyor. “Erk, erkek ya da köpek” film boyunca daima Jînin peşinde; ancak filme dair Jîn gerilla ve örgütlü yaşam eleştirisidir tespitiyse fazlasıyla yanlış bir yol. İdeolojik mücadelenin ulaşacağı en “üstün” aşamalardan biri olarak defalarca Öcalan tarafından da dillendirilen “silahlanma” ve Kürtlük’ün ajite edilmeden aktarımı, bu çağda mühim olanın sözü örgütlemek olduğunun göstergesi gibi.
Elbette Kürdistan coğrafyasında bir Kürt gerillasının “nasıl ve ne koşullarda” yaşayabileceğine dair Kürdistanlı, Kürt insanların Reha Erdem’den çok daha ileri gözlemleri vardır; ancak bu politik bir manifesto yahut bir belgesel niteliği taşımayan bir anlatı. Anlatı olmasının, kurgu olmasının ne demek olduğunu çözemeden Jînden anlam çıkarmak son dönem akademide de sık sık görülen her filmden derin anlamlar çıkarıp akademik kariyerde dağları taşları aşma hastalığının bir parçası olsa gerek. Keza, Jîn‘i Reha Erdem sinemasının yolculuğundan bağımsız yahut bir Kürt filmi olarak değil, tüm bağımsız filmler içerisinde Reha Erdem damarının bir ünitesi olarak görmemiz şart.
 
“Arkada kalanların değil, arkada bırakanların öyküsü”
Film Kültür Bakanlığı bütçesi olmadığı için bir “açılım filmi” olarak çekilmemiş. Babamın Sesi yahut Gelecek Uzun Sürer gibi filmlerin ürkek tavrı yerine bangır bangır bir “gerillayı” anlatıyor. Üstelik hiyerarşik mekanizmaların ne diyeceğine pek bakmıyor. Kadının “tanrılaştırılması” yerine tıpkı Öcalan’ın gördüğü çerçevede kadının “öncüleştirilmesi” meselesi bana kalırsa Jînin en büyük şansı. “Arkada kalmış analar” yerine “analarını arkada bırakmış kadınlar” var bu filmde.
 
Üstelik Türkiye televizyonlarındaki “kenafir gözlü sert bakışlı terörist kadın” algısının yerine koyduğu insancıl gerilla figürü, tek başına bir gerillanın bir savaş makinesi da zaaflardan oluşan yıkık bir insan da olması gerekmediğini bize kanıtlıyor. Yıkımların ve toplumsal çözünmelerin bir kadını yıkamayacağını, mağduriyet algısına karşı onuru savunan ve tam da bu dönemde sahip olmak istediğimiz karaktere yaklaşan bir film.
Elbette Reha Erdem, silahını gömüp sonra tekrar yerin altından çıkaran Jîn ile bizim barış süreci diye adlandırdığımız sürecin kısa vadeli sonuçlarına kapılmamamız için güzel şeyler söylüyor; ama uzun vadedeki mücadeleyi oluşturacak tüm koşulları da bize teker teker anlatıyor.
 
Reha Erdem film yapmak için Kürt hareketinin de Türk Devleti’nin de rehberliğine ihtiyaç duymuyor, aynı zamanda bir rehberliğe de soyunmuyor. Bizle birlikte salondan çıkan herkesin gözünde “ajitasyondan” değil, iletişimsel bir devrimcilikten gelme bir yaş vardı. Ulus devlet sorununda “sona yaklaşmak” için şimdilik süre çok uzun, gidilecek yolu kestirmek çok güç. Ama, babasının mezarı olmayan çocuklar ülkesinde insanın aklına filmin en sonunda ancak Cihat Duman’ın bir çocuktan aldığı o söz geliyor: “İnsan mezarı olmadan yaşayamaz.”
Bu film mezarını da yaşamını da hafif ve tehdit dolu uykusu gibi sırtında taşıyan bir halkın mezarlarını aradığı öykülerinin yerine yaşamlarını korkmaksızın gerek silahla gerek silahsız boyun eğmeyişinin ve yaşamak için mezarlardan da fazlasını hak edişinin filmidir. Tüm ezilenlerin yatacak mezarlığa değil, özgür ve eşit bir yaşama ihtiyaçları olduğu ve ezilmenin “büzülmeyi” değil dik durmayı gerektirdiğine dair bir slogandır, belki de 2000′lerin bize verdiği en anlamlı slogan.
 
Başkalarının acısına şehirlerinin sıcak sokaklarından bakan bizleri, TC kimlik nolarıyla sıralara dizilmiş, banka kuyruklarında derisi yüzülmüş biz onursuzları bağışla Jîn. Direnişin onuruyla dik duramadığımız onca anı bağışla.

Etiketler:
İstihdam