08/04/2020 | Yazar: Deniz Gedizlioğlu

Ben Brandon’u hâlâ aynadaki kendi yakışıklı görüntüsüyle şakalaşan uzun parmaklı ve neşeli çocuk olarak hatırlıyorum.

Boys Don’t Cry: Olaylı bir kuir sinema tarihi Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Boys Don’t Cry (Erkekler Ağlamaz) yirmi sene önce sinemalarda oynadığı zaman, kuir sinema için dönüm noktası sayılacak bir şeyi başarmıştı: Trans efsanelerine yaslanmadan, kanlı canlı bir karakter yaratmış ve milyonlarca insan, ilk kez bir trans erkeğin gerçek olaylara dayanan hikâyesini izlemişti. Gel gör ki yıllar geçti, devran döndü ve bugün transfobik olup olmadığı tartışılan bir film hâline geldi. Böylelikle, filmin yönetmeni Kimberly Pierce’in pankartlı eylemlerle protesto edildiği ve Jack Halberstam’ın konuya dâhil olduğu olaylı yeni bir tarih ortaya çıkmış oldu. Bu yazıda Boys Don’t Cry’ın bu olaylı tarihini bir araya getirmek ve –kendi taraflı bakışımla– bu filmi ne yapacağımıza dair fikir yürütmek istiyorum.

Boys Don’t Cry, 90’ların başında Orta Amerika’da bir nefret cinayetine kurban verilen Brandon Teena’nın haberlere konu olan öyküsüne dayanıyor. 21 yaşındaki Brandon, “cis” ya da “trans” kavramlarının olmadığı 5000 nüfuslu yoksul bir şehir olan Falls City’de arzu ettiği bir hayat yaşamak için yeni bir sayfa açmaya çalışırken, karakolluk olunca cinsiyeti hakkındaki resmî kayıtlar duyuluyor ve sonunda bizzat tanıdığı iki genç erkek tarafından önce tecavüz ediliyor, sonra da şikâyette bulunduğu için öldürülüyor. Kimberly Pierce’in New York’taki alternatif bir yayın olan The Village Voice’tan okuduğu bu hikâye, 1999’da bağımsız bir yapım olarak vizyona girdiğinde umulmadık bir başarı kazanıyor ve Brandon’ı canlandıran Hillary Swank, bu filmle birlikte tanınan bir oyuncuya dönüşüyor. 2000 yılında “En İyi Kadın Oyuncu” Oscar’ını alırken, töreni aktaran üst sesin aksine, Brandon’ı bir erkek olarak anıyor ve ona adadığı son teşekkürün ardından alkışlarla sahneden ayrılıyor.

Tüm bunlar, trans oyunculara dair ciddi bir tartışmanın yürütülmediği o dönemde, aksaklıklarına rağmen iyi bir hikâye gibi duruyordu. Ancak eminim o sırada tahmin edilmeyen bir şey oldu ve film yirminci senesini doldurmaya yaklaşırken, yönetmen Kimberly Pierce, kuir insanlar ve özellikle translardan ağır eleştiriler toplamaya başladı. Bunların en ünlüsü, 2016’da Portland’da bulunan Reed College’da filmin gösterimi yapıldıktan sonra, Pierce’ın katılacağı soru-cevap sırasında öğrencilerin yaptığı olaylı eylemdi. Paylaşılan görseller ve anlatılanlardan gördüğümüz kadarıyla, öğrencilerin pankartlarında yazanların bazıları şunlar:

“Trans Hayatları Para Aracı Değildir!”

 “Sen Anlayamazsın!”

“Cis Beyaz Karı, Defol! 

On yedi yıldır LGBTİ+ temalı film gösterimlerinin demirbaşı olmuş bir filmden bahsettiğimizi hatırlarsak, bu kadar büyük bir öfkenin beni şaşırttığını söylemeliyim. (2010 yılında Boğaziçi Üniversitesi çimlerinde yapılan bir gösterime bizzat katılmıştım.) Ancak bu sansasyonel pankartların arkasında ciddi bir temsil eleştirisinin yattığı açık. Nitekim, kuir insanlar öfkeleniyorsa, muhtemelen haklı oldukları en az bir nokta vardır. Buradaki öfkenin de iki ana sebebi var. Birincisi, lezbiyen olduğu bilinen Kimberly Pierce’in Brandon’ı canlandırması için cis bir kadın oyuncuyu seçmiş olması. İkincisi, filmin Brandon’ın hikâyesini ve ölüm şeklini sömürdüğü düşüncesi. Tüm bunların altında ise Kimberly Pierce’ın cis bir kadın olarak filmini transfobik bir bakışla çektiği varsayımı yatıyor.

Tüm bu eleştirilere geçmeden önce, on yedi yılda ne oldu da Reed College’ın “liberal arts,” yani bir nevi sanat ve sosyal bilimler okuyan kuirleri böyle ayağa kalktı diye bir sormak gerekir. Elbette film hakkındaki eleştiriler ilk kez orada dile getirilmedi, her iki konuda da. Ama Kimberly Pierce’ın soru-cevap oturumunu terk etmesiyle sonuçlanacak kadar sert bir atmosferi yaratan en önemli olay, anladığım kadarıyla 2015 yılında reziller rezili The Danish Girl (Danimarkalı Kız) filminin büyük sükse yapması ve peşi sıra getirdiği tartışmalar oldu.   

The Danish Girl tarihteki ilk beden geçiş operasyonlarından birini geçiren Lili Ilse Elvenes’in güya gerçek öyküsüne dayanıyor ve burada da öykünün ana karakteri olan trans kadın, cis bir erkek tarafından canlandırılıyor. Fakat delicesine PR yapılmış bir film olan The Danish Girl’deki muhafazakâr ve depresif trans fantezileri nerede, tüm eksikleriyle birlikte bağımsız bir yapım olarak çekilen Boys Don’t Cry’ın o dönemde isimsiz bir oyuncuyla hayat verdiği tatlı Brandon nerede. Yine de burada önemli bir nokta var: Kuirler, The Danish Girl’ün yarattığı ilgi ve sansasyonun transfobik bir mesaj doğurduğu konusunda kendini paralarken, Oscar Akademisi nazire yapar gibi tutup Eddie Redmayne’i “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar’a aday gösterdi. Çok şükür alamadı, ama kulak verilmemiş haklı bir öfkenin büyüyüp başka yerlere sıçraması kimseyi şaşırtmamalı.

Boys Don’t Cry hakkında keskin fikirlere sahip eylemciler ve bugün de etkili olmayı sürdüren eleştiri maddelerine dönecek olursak: Kimberly Pierce’ın “cis bir karı” olduğu nereden çıkıyor? Indiewire’a verdiği bir röportajda kelimesi kelimesine şunları söylemiş:

Ben kendime hep “dyke” demişimdir. Kendimi lezbiyen olarak tanımlamıyorum, çünkü genderkuir bir insanım. [Filmin çekildiği zamanlarda] kendimi anlatmak için kullanabildiğim dilin içinde mevcut tek sözcük lezbiyendi, ama bununla hiçbir zaman tam anlamıyla rahat edemedim.

boys-don-t-cry-olayli-bir-kuir-sinema-tarihi-1

Gerçekten, bir lezbiyeni gördüğümüz yerde cis yaftasını yapıştırmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Bu lezfobik olduğu kadar cis-odaklı bir bakış, çünkü takdir edersiniz ki hâlihazırda dünya bizlerden “kadın ya da erkek” olmamızı beklerken, aksi kanıtlanmadıkça herkesin cis olduğu varsayımı şükür ki pek çok kez yanlış çıkacaktır. Özellikle de ödül törenlerine smokin ve deri ceketlerle katılan “lezbiyen” bir yönetmen söz konusuyken. (Bu konuda daha fazla tartışmaya meraklı olanlar için bizzat çevirdiğim ve geçen ay KaosGL’nin yayınladığı “Non-binary Lezbiyenliğin Savunusu Adına” başlıklı yazıyı tavsiye ederim.)

Bu bilgi, elbette Kimberly Pierce için bireysel dokunulmazlık görevi görmüyor, fakat Boys Don’t Cry hakkındaki tartışmadan –ve muhtemelen bu konu etrafındaki diğer tartışmalardan da– kestirme bir yolla çıkamayacağımızı ve etraflıca konuşmaya ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Peki, Pierce neden trans bir oyuncuyla çalışmamış? İş neredeyse taşlanmaya gelince kendisi de biraz savunmaya geçmiş olacak, son yıllarda verdiği röportajlarda oyuncu seçmelerinin neredeyse dört yıl sürdüğünün ve pek çok LGBTİ+ oyuncuyu değerlendirdikten sonra Hillary Swank’den çok etkilendiğinin altını daha kalın bir şekilde çizdiği görülüyor. Ayrıca kimileri bu “LGBTİ+ oyuncular” denilen şeyin trans erkeklerden değil, daha çok “maskülen lezbiyenlerden” oluştuğunu düşünüyor (bu iddianın da mutlaka birçok non-binary insanı görmezden geldiğine şüphe yok), ama bana sorarsanız burada uzun uzun tartışacak bir şey yok. Kimberly Pierce, belli ki Brandon’u trans şemsiyesinin daha muğlak bir yerlerinde hayal etmeyi tercih etmiş ve seçtiği cis kadın oyuncu, yani Hillary Swank filmin ardından mutlaka canlandırdığı karakterle kıyaslandığı zaman, bunun trans erkek kimliği hakkında ne söyleyeceğine pek kafa yormamış.

Türkiyemizde de sevilen kuir kuramcı Jack Halberstam’ın da Pierce’i savunmak için tartışmaya dâhil olduğunu görmek oldukça ilginç, çünkü bildiğim kadarıyla kendisi de filmin büyük bir fanı değildi. (Buna da geleceğiz.) Bullybloggers adlı blogda rastladığım uzun yazısının ilgili maddesinde şunları söylüyor:

Trans rollerini trans aktörler oynamalı, ancak bu her zaman mümkün olmayabilir. Hele Pierce’in filmini çektiği sırada bu kesinlikle uzak bir olasılıktı. Dahası, trans oyuncuların trans rollerle sınırlanmamasını savunmak çok daha verimli olacaktır. Pierce, Boys Don’t Cry’da oynayacak trans maskülen bir oyuncu için ulusal çapta bir arayışa girdi. Kendini trans olarak tanımlayan pek çok insanla deneme çekimleri yaptı ve sonunda rolü, kadın atanmış bir bedenle alıktırmadan bir erkek olarak yaşayan genç bir insanı inandırıcı bir şekilde canlandırabilecek, bulduğu en iyi oyuncuya verdi. Bu oyuncu Hilary Swank oldu; kendisi o sırada en çok The Karate Kid (Karateci Çocuk) ve ara sıra gözüktüğü Buffy the Vampire Slayer’daki (Buffy Vampir Avcısı) rolüyle biliniyordu. Filmin başarısının, baş roldeki oyuncunun oyunculuğuna ne kadar bağlı olduğu düşünülürse, performansı güçlü birinin bu rolde olması çok önemliydi ve Swank de bu sebeple seçildi. Ayrıca, trans bir oyuncu neden sadece transları canlandırsın –asıl cis erkek yönetmenlerin, çektikleri romantik filmlerin ana karakterleri, baş kahramanlar ya da süper kahraman rollerinde trans erkekler ve trans kadınları oynatmasını talep etmemiz gerekmiyor mu?

Halberstam’ın konuyu taşımayı önerdiği daha geniş tartışmaya burada girmeyeceğim, ancak şu soruyu ortaya bırakmak isterim: Brandon, trans maskülen veya trans erkek bir oyuncu tarafından canlandırılmış olsaydı, bu kişinin “kendisini oynamış” denilerek görmezden gelinmesi ihtimali yüzde kaçtır? Ek olarak bu durum, Hollywood’da yerleşik transfobiyi yansıtması açısından Hillary Swank’in “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almasından ne kadar farklı olurdu?

Tartışmalı soruları geride bıraktıktan sonra nihayet bir filmin hiçbir koşulda mazur görülemeyeceğini düşündüğüm asıl unsuru olan içeriğine gelmek istiyorum. Gerçekten kadın düşmanlığı, eşcinsel düşmanlığı, trans düşmanlığı ve türevlerinin tarihi, “o dönem için normal” denilerek o kadar sık yutturulmaya çalışılıyor ki, bu argümanı duyduğumda bağırmak istiyorum. Nefret her dönemde nefrettir ve bu nefreti dışavurmak bir seçimdir. Boys Don’t Cry ise Brandon’a karşı nefret örgütlemek ya da onu küçültmek şöyle dursun, öyle sevgiyle çizilmiş bir karakter yaratmış ki, yirmi yıl sonra hâlâ filmi izlediğimde Brandon’ın canlılığı içimi acıtıyor. Kareli kovboy gömleği, çiftçi Amerikan çocuklarını andıran saç tıraşı ve gamsız, neşeli yüzüyle yaşama hevesi ve kırılganlığını aynı anda hissedebildiğimiz dopdolu bir karakter. Gelin görün ki, film buna rağmen insanı rahatsız bir duyguya itiyor. Bunun sebebi Pierce’ın birçok yerde demeye getirdiği gibi insanların şiddet görmeyi kaldıramaması değil. Allah için filmin neredeyse yarısı tehdit, taciz, tecavüz, cinayet ve korku sarmalında geçiyor. Ama tüm bunlar olurken, yönetmenin oraya dek bedenini kurcalamaktan özenle kaçındığı, regl olduğunda bile çerçevenin içinde tek bir kan damlası görmediğimiz Brandon’ın mahremiyeti hızlı bir şekilde yok ediliyor.

Her şey, Brandon’a saldıranların onun “bir kadın olduğunu” kanıtlamak için pantolonunu indirip aşktan başı dönen sevgilisi Lana’yı bu manzarayı görmeye zorlamasıyla başlıyor. Bunun gerçekte de yaşandığını Brandon’un karakol kayıtları ve başka tanıklıklardan biliyoruz. Ancak yönetmen, Brandon’un kasıkları arasındaki üçgen kıl yumağını bizim de görmemiz gerektiğine karar verdiği anda, Brandon’la birlikte değil, Brandon’un isteğine karşı orada bulunduğumuzu hissetmeye başlıyoruz. Peşi sıra çöken utanç duygusu, Brandon’a saldıranlara duyduğumuz öfkeyle yarışıyor. Bir an geliyor, bedeni yarı çıplak tartaklanırken Brandon’ın tüm bunları bir melek gibi yüzüne ışıklar vurmuş hâlde dışarıdan izlediğine tanık oluyoruz. Asıl Brandon’u içerde aşağılanan kişiden ayırmak isteyen bu hayalî sahne, bana hep daha çok onu yitirdiğimizi hissettirmiştir. Nitekim, izlemesi güç pek çok sahneden sonra sonunda iki saldırganın tecavüzüne uğrayan Brandon, Lana’yla yeniden bir araya geldiği zaman sevişmelerinde bu kez bambaşka bir hava seziliyor. Tecavüz ve yaratacağı sarsıntının ağırlığını tamamen görmezden gelen “cıvık” bir müdahale olarak yorumlayacağım bu sevişme sahnesinde Brandon artık göğsünü sarmaya uğraşmıyor. Bundan önce trans olduğu açığa çıkmasın diye kendisine dokunmasına mutlaka engel olduğu Lana, istekli bakışlarla Brandon’un pantolonuna uzanırken “bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum,” diye fısıldıyor. Brandon gülümseyerek cevap veriyor: “Eminim çözersin.” Dahası, Halberstam’ın başka bir makalesinde[i] ifade ettiği gibi, daha önce Lana’nın bağrış çığrış orgazm olduğunu gördüğümüz sevişme eylemi bu kez ağır, duygusal kamera hareketleriyle başlıyor ve uzaklara dönen kamera klişesiyle beraber tam bir romansa dönüşüyor. Halberstam, burada Pierce’in “aşk her şeyin üstesinden gelir,” şeklinde özetlenebilecek, kimlikleri ve dolayısıyla trans vurgusunu silen hümanist bir hikâyeye vites kırdığını savunuyor. Doğrusu ben de bu sahnede çok tuhaf hissettiğimi hatırlıyorum. Bu sevişmeyle birlikte filmin, Brandon hakkında anlattıklarına lezbiyen bir “olasılık” kattığına ise yüzde yüz katılıyorum. Kendisinin erkek olmadığını kanıtlamaya çalışan insanların elinde can vermiş bir trans erkeğin hikâyesi için son derece yersiz bir fikir yürütme girişimi.

Bir gazetecinin özrü, bunun nedenine dair bir fikir veriyor: Kimberly Pierce’ın 1993’te Brandon’un hikâyesini okuduğu The Village Voice’taki makaleyi hatırlayacaksınız. Makalenin yazarı Donna Minkowitz, yıllar sonra 2018’de “Brandon Teena’nın Hikâyesini Nasıl Tahrip Edip Çarpıttım?” başlıklı bir başka yazıda, “hayatımda kaleme aldığım en duyarsız ve hatalı gazetecilik örneği” dediği makalenin, Brandon’u çocukluğunda maruz kaldığı istismar ve tecavüz yüzünden kendi bedeninden nefret eden bir lezbiyen ve bir kadın olarak yansıttığını açıkça kabulleniyor. Yazarın dürüstlüğünün yanı sıra, söylediği iki şeyi çok çarpıcı buldum: Birincisi, cinsel istismara uğrayıp bedenine yabancılaşan kişi, gazetecinin kendisiydi. İkincisi, lezbiyenlerin cinsiyet rolleriyle oynadığı ve maskülenliğe sahip çıktıkları uzun gelenekten ötürü, Brandon Teena öldüğü zaman stone butch’lar başta olmak üzere birçok lezbiyen bu hikâyede kendilerinden bir şeyler bulmuştu. Boys Don’t Cry’a ilham verdiği düşünülen yazar, tam yirmi beş yıl sonra özür diliyordu.

Tüm bunlarla birlikte, bir film genellikle tek bir fikir değildir. Brandon hâlâ sinema tarihinde sahici ve sıradan bir hayatın içinde rastladığımız ilk trans erkek karakter, Boys Don’t Cry ise transların temsili adına kat edilmiş son derece önemli bir adımdır. Yarattığı bütün bu tartışmayla birlikte. Kendi adıma konuşacak olursam, bunca tartışmadan sonra bile, ben Brandon’u hâlâ aynadaki kendi yakışıklı görüntüsüyle şakalaşan uzun parmaklı ve neşeli çocuk olarak hatırlıyorum.

boys-don-t-cry-olayli-bir-kuir-sinema-tarihi-2

* KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

[i] “The transgender gaze in Boys Don’t Cry” Screen, cilt 42, no. 3. Güz 2001.


Etiketler: medya, kültür sanat
İstihdam