29/11/2014 | Yazar: Fırat Demir

Studio 54’ün dekadan atmosferi içerisinde kurulmuş bu kabareyse, kendi tarihinin en şanlı günlerini tekrarlamaya çalışıyor.

Bir zamanların hedonizm yuvası Studio 54’deyiz. Disko kültürünün ilk ortaya çıktığı gece kulüplerindendi  Studio 54. Andy Warhol’dan Grace Jones’a popüler kültürün pek çok yüzünü taşırdı. Şimdiyse ünlü Broadway müzikali “Cabaret” sergileniyor Studio 54’de. New York’a eğlence ve yenilik katmış bu dans sahnesine bir başka sahne kuruluyor. 1930’lı yılların Kit Kat Club’u, “Cabaret” müzikali için Studio 54 mirasının üzerinde yeniden canlanıyor.
 
“Cabaret” müzikalinin de, en az Studio 54 kadar görkemli ve kalabalık bir geçmişi var. Yazar Christopher Isherwood’un “Hoşça Kal Berlin” romanındaki öykülerden uyarlanan “I Am a Camera” isimli 1951 tarihine ait oyun, “Cabaret”in sahnedeki köklerini oluşturuyor. “I Am a Camera”dan tam on yıl sonraysa, müziklerini John Kander’ın yazdığı, Joe Masteroff ve Fred Ebb yazarlığında ta şu güne kadar defalarca sergilenmiş “Cabaret”, Broadway’deki ikinci serüvenine başlıyor. Çok daha flörtöz, seksi ve politik bir sahne sunuyor “Cabaret” müzikali; hem hikayesini temel aldığı kitaba daha çok yaklaşıyor, hem de Broadway’deki ayrıcalıklı konumuna. Bu hikayeyi bir sonraki adımaysa, müzikalin sinema uyarlaması taşıyor. 1972 yapımı Bob Fosse yönetmenliğindeki bol Oscar’lı “Cabaret”, özellikle Liza Minnelli’nin performansıyla bir popüler kültür meselesine dönüşüyor. Liza Minnelli, Sally Bowles karakterine hayat vermekle kalmıyor, aynı zamanda, ayakta kalmak için kendine inancını asla yitirmeyen kadın karakterlerin hikayelerine de yeni bir prototip sunuyor. Artık hayatın elinden kurtulup sahneye çıkabilmiş her kadın sanatçı için Sally Bowles taklidi yapmak farz oluyor. İşbu Liza soslu Sally, bizim popüler kültürümüze de sirayet etmişti. Nükhet Duru, gazinolarda “yerli Sally” övgüleri aldı, Sezen Aksu kısa süren televizyon şovuna “Cabaret” taklidi yaparak çıktı, gibi.
 
Studio 54’ün dekadan atmosferi içerisinde kurulmuş bu kabareyse, kendi tarihinin en şanlı günlerini tekrarlamaya çalışıyor. “Cabaret”in Studio 54’e ilk ziyareti, 1998 yılıydı. Şimdilerin ünlü yönetmeni Sam Mendes yönetimindeki “Cabaret”, Londra’dan Broadway’e taşınmış, taşınırken yanında Alan Cumming’i de New York’la  tanıştırmıştı. 1998 yılındaki bu “Cabaret”in bir diğer silahıysa, gözde tiyatro yönetmeni ve koreograf Rob Marshall’ın desteği oldu. Sonuç: 2377 performansla, Broadway’in en uzun süre sahnede kalan üçüncü yeniden yapımı.
 
Yine Studio 54, yine aynı yönetmen kadrosu ve yine alacalı bulacalı boyalarıyla Alan Cumming. Fakat bu “Cabaret” yorumunun hemen göze çarpan bir yanı var. Bu “Cabaret”, temel aldığı Christopher Isherwood romanı “Hoşça Kal Berlin”deki çok önemli bir öğeyi atlayarak yola koyuluyor; Isherwood’un bizzat kendisini. Oysa Isherwood, hayatından süzülen ışığın altında yazmıştı “Hoşça Kal Berlin”i. Kitaba silinmez bir “kendilik” damgası vurmuştu.
 
15 yıl sonra yeniden Broadway’e dönen “Cabaret”deyse, Isherwood’u, yani “yazar”ı karşılayan Cliff Bradshaw karakteri, bu damgayı aşındırmak için neredeyse özel bir çaba gösteriyor. Isherwood’un“yazar”ı, kendisini deşe deşe ta Berlin’e kadar gelmiş bir maceracıyken; Cliff, ne hikayesine inandırabiliyor, ne de bir başka hikayeyi kışkırtabiliyor. Tüm karakterler, İkinci Dünya Savaşı öncesi Berlin’ine kurulmuş bu kaos sahnesinde bir bir endam ederlerken, Cliff, giderek geri çekiliyor. Cliff’in en büyük handikabıysa, cinselliği oluyor. Keza Isherwood, “Hoşça Kal Berlin”de kendisini Berlin’e getiren dürtüyü, cinselliğini açıkça anlatır; “Cabaret”nin uslu Cliff’inde, cinsellik, maceradan uzak ve zorlama duruyor. Bu karakterizasyonun üzerine bir de Bill Heck’in hiçbir albenisi olmayan performansı eklenince, “kabare”de seksin büyüsü uçup gidiyor. Oysa “Cabaret”, sahnelendiği Studio 54’un baştan çıkarıcı ruhuna ithafen çok daha cesur bir Cliff karakteri çıkarabildi.
 
Bizim Cliff keşfedişe yanaşmayıp cinselliğine de öyle alelade yaşayınca, olan Sally Bowles’a oluyor. Sally Bowles, Cliff’e birlikte aseksüelleşip frapanlığından uzaklaşıyor. İlkin Michelle Williams’ın, şu günlerdeyse Emma Stone’un canlandırdığı Sally Bowles, bu müzikalde Berlin gerçeğine daha da gömülmüş bir biçimde karşımıza çıkıyor. Çok kırılgan ve karanlık bir Sally; ne Liza Minnelli’nin özışığını anımsatan, ne de kitap sayfalarındaki umuda yaklaşan bir performans bu. Çökmekte olan Avrupa’nın bitkinliğini ve korkusunu bedeninde taşıyor Sally. Şarkısı, uyuşturucuların ve alkolün yorgunluğuyla titriyor. Her sahnede biraz daha karışan dili, biraz daha solgunlaşan yüzüyle yaklaşmakta olan korkunç savaşın ilk enkazı gibi duruyor. Başta yadırgatan bu temel karakter değişimi, müzikal rengini koyulaştırdıkça etkisini iyice arttırıyor ve yeni Sally, sarsıcı bir performansla müzikalin politik anlamını genişletiyor.
 
Peki “Cabaret”deki onca flörte ne oluyor? Hepsi geliyor, Alan Cumming’de - ve onun etrafına dizilmiş dansçılarda- birikiyor. Ya da şöyle demeli; Cliff’te hiç bulunmayan, Sally’nin de elinden alınan baştan çıkarıcılık, bütünüyle Cumming’in canlandırdığı Emcee’ye boca ediliyor. Cumming, müzikalin açık ara yıldızı. Cumming, ayrıca neden Studio 54’da olduğumuzu hatırlatıyor bizlere. 1930’ların Kit Kat Club’u ya da disko yıllarının Studio 54’ü. Cumming, iki kültürün vahşi enerjisini birbirine karıştıran bir ilaha dönüşüyor. Zaten şu günlerde Broadway’in rüzgarı en çok Cumming’in üzerine esiyor; eşcinsel evliliği, anıları yazdığı kitabı vesaire derken Emcee’nin yüzüne Cumming’in yüzüne karışıyor. Cumming, özgüven dolu bir performans ile kendi zaferini Emcee’ye destek yapıyor. Cumming, Mephisto’yla anlaşmaya girişmiş olmalı. Emcee’nin bedeni, içindeki şeytanilik gibi parıl parıl parlıyor. Emcee, müzikalin tam orta yerine işte böylesi bir güçle oturuyor ve kabareden bir an olsun ayrılmıyor. Keza bu “Cabaret” sahnesinde orkestra, sahnenin hemen üzerindeki balkonda; Emcee, şarkısı bittiğinde bu balkona çekilip olanı biteni izlemeye devam ediyor. Bir nevii deus ex machina; faşizm gelip ondaki tanrılığı alana kadar Berlin’i Emcee gözlüyor.
 
Emcee, gördüklerini çırılçıplak anlatmayı çok seviyor. Emce anlattıkça müzikaldeki hayatta kalma öykülerinin hepsi bir bir politize edilip seyircinin yüzüne fırlatılıyor. Isherwood, romanıyla yaklaşmakta olan trajedinin öncesinde insan kalabilmenin olanaklarını arıyordu. “Cabaret”yse,  bu olanakları yitirmenin ne kadar kolay olduğuyla ilgileniyor. “Cabaret”, rengarenk; güzel kızlar dans ediyor, aşıklar birbirlerine yakınlaşıp uzaklaşıyor, içlerinden en umutlusu bir gün yıldız olacağı günleri sayıyor. Müzikler şahane, koreografi kusursuz, sahneleme dört dörtlük: Hayat, kabarede çok güzel! Ama tüm bu öykülerin dönüp bağlandığı yer, insanın çağırdığı o yıkım oluyor.
 
“Cabaret” ya da “Hoşça Kal Berlin”, 1930’da Kit Kat Club ya da 70’de Studio 54’; işte zamana çırılçıplak bakabilmenin, gördüğünü de tüm gerçekliğiyle yaşayabilmenin ta şimdimizde yankılanan gücü. “Cabaret” müzikali, en çok da insanın bir anda nasıl vahşetten yana taraf alabileceği göstererek aklımıza kazınıyor.  Mesela daha dün dört yandan kovulan bir hayat kadınıydı Fraulein Kost. Faşist Almanya’nın ilk sabahındaysa bir kazanana dönüşüyor o,  Yahudi komşusuna “hak” bildirmeyi ülkesinin gururu sayan bir haklı bir vatandaşa. Zulüm, uykusundan bir gecede uyanıyor.
 
“Cabaret” müzikali, 29 Mart’a kadar, New York Studio54 sahnesinde. 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam