06/05/2012 | Yazar: Yıldırım Türker

Sen bu zehir zıkkım sütleri çocuklara vermeden bir intolerans testi yaptın mı? Sorup soruşturdun mu? Laktoz intoleransı bu sonuçları yaratıyorsa çocuklara gözü kapalı süt içirmek suç değil mi?

Çocukları zehirleyenlerin yanında duranlara sözümüz yok. İçtikleri yanlarına kâr kalsın.

Tuhaf mı tuhaf zamanlardan geçiyoruz. 
Geçeceğiz. 
Geçen gün ODTÜ’lü bir akademisyen televizyona çıkmış, binlerce çocuğu hastanelik eden sadaka mayalı sütün yararlarından dem vuruyordu. Özgüveni sağlam insanların sükûnetine sahipti. Hayatımızı sadaka kültürüyle kirleten, şefkati zehirli devletimizin yanında akademik bir koltuk değneği olarak gururla dikiliyordu. 
Süt verenlerden, sol servisçiler tarafından hükümetin en demokratı olduğu iddia edilen bir siyasi, mesir macunu kapışır gibi atılıp süt zehirlenmeleri konusunda açıklama yapmıştı ya. Hani meali, hayatında ilk olarak süt içenler, doz aşımı yaşamış, olan. Yani tıksırıncaya kadar içmişler, demeye getiriyordu. 
Bizim akademisyen de süt verenlere destek çıkarak laktoz intoleransının yaygınlığına kefil oluyor, bunca çocuğun zehirlenmesinin yadırganmayacak şekilde orantıya uygun olduğunu belirtiyordu. 
Pekiyi neden kimi ‘doğu illerinde’ kimi okullarda topluca zehirlenme olduğu sorusuna cevabı da hazırdı. 
Evet, diyordu, Diyarbakır Valisi’nin yüz kızartıcı açıklamasını aklayarak, psikolojik olabilir elbet. 
Yüzünde çapkın bir tebessümle, halkının anlayacağı örnekler kullanarak kitle histerisini anlatıyordu. “Hani birinde olunca insanlar bende de var der ya” tadında. 
Kendisinde en ufak bir utanmazlık intoleransı olmadığını; fevkalade ustalıkla usul usul zehirlenerek o süte bağışıklık kazanmış, onunla beslenmiş bir vicdansızlık olduğunu kanıtlıyordu böylece. 
Akademisyeni böyle olan bir ülkede havadan bile zehirlenebilir insan. 

Deve cilvesi 
Biz, bu topraklarda devlet şefkatinin deve cilvesi gibi olduğunu iyi biliriz. Kırk dereden su, kırk inekten süt getirerek çocukları zehirleyenlerin yanında duranlara sözümüz yok. Onlar, devletin vahşetle mayalı sütüyle beslene beslene bu hale gelmiş bahtsızlar. İçtikleri yanlarına kâr kalsın. 
Çocukları zehirlemeye devam ederken, laktoz intoleransının ardına sığınan görevlilere şu soruyu bile soran yok: Sen bu zehir zıkkım sütleri çocuklara vermeden bir intolerans testi yaptın mı? Sorup soruşturdun mu? Laktoz intoleransı bu sonuçları yaratıyorsa çocuklara gözü kapalı süt içirmek suç değil mi? 

Solu kim yedi? 
Son yıllarını devlete sol servis yapmaya adamış, Özkök’ün kadim ikonoklastlığını ödünç alarak sahnelere dönüş yapmış bir sol aydın da bu sırada 1 Mayıs katliamı konusunda kıyametler koparıyordu. Solun solu yediğini iddia ediyor; geçmişte de kol kola olduğu kimi yorgun, uykuya çekilmiş ajanlar da, kimi mahcup, kimi ateşli, kendisini destekliyor. 
Koltukaltında genç muhafazakâr ajanlar da var nasılsa. Onlar da devlete sol servise hazır ve nazır. Üstelik sol nefretiyle gözleri dönmüş. Devlete sol servis de böyle olur zaten. 
Meğer dönemin muktedirlerinin bile kabul ettiği bu devlet katliamını sol yapmış. Hani Maraş katliamının müsebbibi de solculardı ya. Hatta 6-7 Eylül olaylarını da İngilizler kışkırtmıştı ya. 
Bu ikonoklastlar, Özkök’ten beri hep put diye solu gördüler. Put kırıcılığı, zaten baskı ve işkence altında yaşatılanlara saldırmak; bütün saldırılara açık olanlara vurmak zannettiler. 
Meclis’te, üstelik İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi bir başkası, ki kendisi başkasının oylarıyla yel yepelek Meclis’e koşturmuştur, Sivas’ta yakılan şairin kızını Aziz Nesin’i çekiştirmeye davet ediyor, cevabını alınca da yılmıyor, katliamcıları aklamak için elinden geleni ardına koymuyor. Yani Sivas katliamının müsebbibi de Aziz Nesin, hanıma kalırsa. O da mahcubiyet toleransı çok yüksek bir vatandaş. Üstelik temsilci. Milletin vekili. Yukarıda andığımız akademisyenin süt kardeşi. 
Memleket ekşimiş süt kokuyor. 
Vicdan intoleransı olanlar bırakalım alay etsin, küçük görsünler. Ben bugün yıllar önce yazmış olduğum bir yazıyı bir kez daha paylaşmanın zamanıdır, diyorum. 

DİPNOT 
Shakespeare’in vahşi katili III. Richard, Richmond’la savaşmadan önce rüyalarını cehenneme çeviren vicdanını boğmaya çalışırken haykırır: “Vicdan, korkakların kullandığı bir sözcük. Zaten güçlüyü korkutmak için icat edilmiş.” 
Katil, haklı. Vicdan, öncelikle gücün sınırıdır. 
Bu nedenle ona en sık gücün incittikleri arasında paçavralar içinde gezinirken rastlarız. 
Vicdan, paçavradan fazlasıyla örtünmez. 
O, yaşayan en aç canlı kadar tok, en çıplak gerçek kadar örtülüdür. 
Vicdan, güçlüyü korkutur; güçlünün korkuttuğunu yatıştırır. 
Vay, pusulası vicdan olanın haline! 
Vicdan, ‘Heves’le tartılmamışsa vicdan değildir. 
Sızım sızım sızlanan güçsüz bir nefes değildir vicdan. 
Vicdan ile heves, heves ile nefes gibidir. 
Güçlünün gücüne, güçsüzün güçsüzlüğüne kayıtsız şartsız inandığında vicdan hayatının çerçevesinden düşer. 
Herhangi bir şeye kayıtsız şartsız inandığında vicdanı küstürürsün. 
Vicdan, kendinde keşfettiğin en kırılgan özdür. 
Hayatın sonunda kibrin rüzgârıyla şişinip bir kez olsun pişman olmadığıyla övünen, geceleri rahat uyuduğundan dem vuran, vicdanla hiç tanışmamış demektir. 
Vicdan, rahat durmaz. 
Sızlanmasa da sızlar. 
Pençelerine almış olduğu ne zaman kendini biraz olsun iyi hissetse kıskanç bir âşık gibi çimdikler. 
Ayıltır. 
Vicdanını yatıştırmak için gelir gider kütüklerine bakılmaz. 
Vicdan, yatıştırılamayandır. 
Acıyla yakın akrabadır elbet. Boş yere değil azapsız hatırlanan bir kelime olmaması. 
Zaten kendini acıyla hissettirir. Acıyla tanıtır. 
Bunca sözün kısası, Victor Hugo olsak dört sözcüklük bir cümle olurdu: “Vicdan, insanın içindeki Tanrı’dır.” 

Etiketler:
İstihdam