23/04/2013 | Yazar: Zeynep Akkuş

Batum’un iddiasına göre AKP’li bir komisyon üyesi, "Benim bir kızım var ve eğer o lezbiyen olsa intihar ederim" diyerek karşı çıkmış.

Süheyl Batum’un yalancısıyız. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda bütün vatandaşların hukuk önünde eşitliğini sağlayan madde görüşülürken "Herkes kanun önünde eşittir ve hiç kimseye ırkı, rengi, dili, dini, inancı, etnik kökeni ve cinsel yönelimi nedeniyle ayrımcılık yapılamaz" maddesini eklemek isteyen CHP’li komisyon üyelerine, Batum’un iddiasına göre AKP’li bir komisyon üyesi, "Benim bir kızım var ve eğer o lezbiyen olsa intihar ederim" diyerek karşı çıkmış.
 
Bu haberi okuyunca açıkçası aklıma ilk önce “Zenne”de Ahmet Yıldız’ın babasını canlandıran Ünal Silver’in sözleri geldi: "Benim kızım eşcinsel. Anne babalar, çocukları eşcinsel oldu diye niye üzülüyor, anlamıyorum. Benim çocuklarım kanser olurlarsa üzülürüm” demişti aktör. Sonra, okuduğum bir haber ve haberin fotoğrafı canlandı gözümde: Karşı cinsin giysilerini giymekten hoşlandığı için arkadaşlarının alay ettiği küçük oğluna destek olmak amacıyla kadın kıyafetinde sokaklarda dolaşan o babayı hatırladım. Ardından, birkaç hafta önce, yer yer gözlerim dolarak izlediğim “Benim Çocuğum” düştü aklıma. (Hani şu Ankara’daki özel gösterimine davet edilen 548 milletvekilinden yalnızca 6’sının [altı] gelip izlediği “Benim Çocuğum”! Hayır efendim, kendileri gelemeyip yerlerine danışmanlarını, temsilcilerini gönderen vekillerimiz bu filmi izlemiş sayılmıyorlar. Belgesel tarzında da olsa, bir sinema yapıtı, tadına ya da mesajına temsilen varılan bir eser değildir.)
 
“Kızım lezbiyen olsa intihar ederim” diyebilen bir kişi, şüphesiz kendisini Ünal Silver’den de, “ne-o-öyle-sokaklarda-karı-gibi-dolaşan-herif”ten de, “Benim Çocuğum”da izlediğimiz anne babalardan da çok daha iyi bir ebeveyn olarak görmektedir. Sonuçta “hayırlısıyla” kızını beline kırmızı kurdelesini de bağlayıp telli duvaklı gelin ettikten sonra rahat bir nefes almayı bekleyen nice kız annesinden, kız babasından pek de farklı düşünmemektedir.
 
“Ya benimsin, ya toprağın” sözünü şiar edinmiş hasta ruhlu bir toplumuz. “Benimsin” sözünün anlamını “sevmek”ten çıkarıp “sahiplenmek” olarak çarpıtan da bizleriz. Hakları, özgürlükleri, bireyselliği, çeşitliliği, rengârenkliği yok sayan, tanımayan, çiğneyen, yutan iltihaplı bir sahiplenme bu. Sadece sevgilimizi değil, kendimizi üstünde gördüğümüz herkesi kalıplarımıza sokmaya çalışıyoruz. Evliysek karımızı, ebeveynsek çocuğumuzu, öğretmensek öğrencimizi… Bizim izin verdiğimiz ölçüde hareket edebiliyorlar. Bize ayak uydurabildikleri sürece sevgimize mazhar olabiliyorlar. Sevgimize mazhar olabildikleri sürece “var”lar. Aksi takdirde “yok” ediyoruz. Gitmelerini kabullenerek değil, ortadan kaldırarak. Sonuçta, irili ufaklı diktatörlüklerin yekûnundan oluşuyor yaşadığımız toplum.
 
Hal böyleyken, "Benim bir kızım var ve eğer o lezbiyen olsa…” diye başlayan sözün, “…yaşatmam, öldürürüm!” olarak değil de; “…intihar ederim” şeklinde devam etmesi bu topraklar için yepyeni bir soluk(!). Hafızam yanıltmıyorsa, ibrenin ilk kez “cinayet”ten “intihar”a döndüğüne tanık oluyoruz.
 
İntihar, İslam dininin haram kıldığı en büyük günahlardan biri olarak kabul edilir. Ebu Hureyre, Hz. Muhammed’in intihar konusundaki şu hadisini aktarmıştır: “Her kim bir dağdan (yüksek bir yerden) kendisini aşağıya atıp intihar ederse, Cehennem ateşinde sonsuz ve devamlı olarak kendisini yüksekte, aşağıya bırakan bir halde azap olunur. Bir kimse de zehir içerek canına kıyarsa, zehri elinde içer bir halde sonsuz ve devamlı bir surette cehennem ateşinde azap olunacaktır. Her kim de kendisini bir demir parçası ile öldürürse o da bıçağı elinde karnına vararak sonsuz ve devamlı bir şekilde cehennemde azap olunacaktır.” Bir Müslümanın kendini öldürmesine, bir başkasını öldürmesinden daha büyük bir cinayet ve günah gözüyle bakılır. O kadar ki, zaman zaman din bilginleri, intihar eden kişinin cenaze namazı kılınır mı, kılınmaz mı şeklinde ihtilafa bile düşmüştür. Sonuçta evet, intihar eden kişilerin de cenaze namazı kılınır ama mesela böyle bir fikir ayrılığı, bir başkasını öldüren kişiler için yaşanmamıştır.
 
Bir an için söz konusu kızımızın gerçekten lezbiyen olduğunu varsayalım. Saçının ya da gözünün rengi, solak olup olmaması gibi kendi seçimi olmayan… (Bir dakika; bu söz de ayrıca rahatsız ediyor beni: “Elimde olsaydı böyle olmayı seçer miydim” gibi ağlak bir çağrışımı olan, son derece tehlikeli bir ifade. O yüzden hemen düzeltelim.) Saçının ya da gözünün rengi, solak olup olmaması gibi tamamen doğal bir özelliği yüzünden intiharı düşünen bir anneye ya da babaya sahip olmak, ya da başka bir deyişle, sahip olduğu tamamen doğal bir özelliği nedeniyle annesine ya da babasına intiharı düşündürdüğünü bilmek… Hele büyüme çağında ise, zaten yaşının getirdiği türlü sorunla boğuşan gencecik bir insanın omuzlarına nasıl bir yük bindirmektir bu? “Annem/Babam benim yüzünden intihar etmeyi düşünüyor…” Hele bir de bu intiharın gerçekleştiğini farz edelim: “Annem/Babam benim yüzümden intihar etti!..” Kimse kalkıp da karşısındaki kişiyi böyle bir ruh haline sokmasının nedeninin katışıksız, kutsal sevgi olduğunu iddia etmesin. Edemez. Bu bir tehdittir; acımasız bir cezadır. Cezadır, çünkü intihar edenlerin, geride bıraktıklarını cezalandırdığına inanılır.
 
Nasıl bir öfkedir ki bu; kişiye, inandığı dinin en büyük haramlardan biri saydığı bir eylemi yaptırabilmekte, evladını hayat boyu sürecek bir vicdan azabıyla, travmayla baş başa bıraktırabilmektedir? (Ölüm acısını ve şokunu atlattıktan sonra mantıklı düşünüp “Hayır, bu ölümde benim hiçbir suçum yok. Ben yanlış yapmadım. Ben yanlış değilim.” diyebilmeyi kaç kişi başarabilir?)
 
Son sözümüz de Süheyl Batum Hoca’ya olsun: 2010’da, Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu’nun düzenlediği “Avrupa’daki Türkiye” toplantısının son gününde, Yeşiller Grubu Eşbaşkanı Daniel Cohn-Bendit’in Türkiye’deki cinsel yönelim özgürlüğü ile ilgili sorusuna “Türkiye’deki sendikal haklar, basın özgürlüğü, kişisel özgürlükler ile ilgili sıkıntılar varken cinsel yönelim özgürlüğünden bahsetmek, sadece bununla kısıtlamak doğru olmaz. Bu, Bendit’in Türkiye’deki demokrasi hakkında bilgisi olmadığını gösteriyor” biçiminde verdiği karşılık hâlâ hatırlarda.* En azından o gün itibarıyla Sayın Batum’un da pek çokları gibi, LGBT haklarının acilen gündeme alınması gerektiğini düşünmediği ortada. Umarız o günden bugüne yaşanan sayısız acı olay, işlenen sayısız nefret suçu, fikrinin değişmesine yol açmış ve en son Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda bizzat tanık olduğu yaklaşım, konunun ne kadar acil olduğu konusunda ilk elden bir fikir vermiştir.
 
 

Etiketler:
İstihdam