10/02/2011 | Yazar: Destan Luise Kılıç

Bu köyü kuralı, tam altı yıl oldu; altı yıl önce

Bu köyü kuralı, tam altı yıl oldu; altı yıl önce bugün, bir aile kavgası sonrası verilmiş bir karardı. O zamanlar böyle bir proje ne planımızda vardı, ne de hayalimizde. Evrenin olasılıklar dünyasında ufak bir karar alırsınız, o sizin önünüze uzun bir yol serer. Bir kelebeğin kanat çırpışının tüm atmosferi değiştirmesi gibi… Şimdi penceremden dışarıyı izlerken, rengârenk onlarca kelebeğin, evrenin akışını nasıl etki ettiklerini görebiliyorum. Her bir kadının estetik hareketinde her şey daha da güzele eviriliyor sanki…
 
Bugün artık köyümüzde birçok şey oturdu; elektrik sorunumuz 3 sene önce tam anlamıyla çözüldü. Artık internet bağlantımız bile var. Köyü ilk kurduğumuzda, buraya elektrik hattı çekmek istememişti TEDAŞ. Başta bilinçli olduğunu anlayamadık. İlk iki senemizde -ekonomik nedenlerden ötürü- az kullandığımız jeneratörle elektrik kullandıktan sonra, yüksek rakamlar karşılığında elektrik hattımızı çektirdik. Nilay’a hala takılırım, “O zamanlar daha romantikti” diye… Akşamları mum ışığında yemek yer, sohbet eder, erkenden de yatağa çekilirdik… Soğukta ısınmak için, iyice birbirimize sokulurduk. Yatağın, Nilay’ın ve benim sıcaklıklarımız eşitlendiğinde, huzur ve keyifle uyurduk. Sabah ise güneş ışığıyla uyanır, kahvaltı saatine kadar da yatakta oyunlar oynar ve keyif yapardık.
 
Köye taşındığımız ilk yıl birkaç ufak sebze bahçesi yapmış, sonrasında ise sayımız çoğaldıkça bahçelerimizi genişletmiş çoğaltmıştık. Geçen sene hayli ürün fazlamız da çıktı; komün olarak toplanıp, ürünleri satıp satmama konusunda tartışma yürüttük. Sonunda ekolojik pazara ürün gönderme kararı aldık. Ne olursa olsun, bizim de paraya ihtiyacımız vardı ve faydalı bir iş yapmış olacağımızı düşünüyorduk.
 
Şimdi pencereden, deniz kıyısına oturmuş Nilay’ı izliyorum. Onun yuvarlak vücut hatları ve narin ince bedeninin yanında, kendimi har zaman kaba ve çirkin hissetmişimdir. Yalnızca onun beni öpüp okşadığı zamanlar bedenim değerleniyor, güzelleşiyor ve kutsallaşıyor sanki. Şimdi kızıl saçları rüzgârda dalgalanıyor; rüzgârın, onun tenine değişini hissedebiliyorum. Teni… Ona dokunmamı yasak etmişlerdi, Adem ve sonrasındaki tüm erkekler… Kadınlar yalnız onların olsun istiyorlardı; kadınlar onların kul ve hizmetkârı olmalılardı. Oysa ellerim, bir erkeğe dokunmayacak kadar yabancıydı onlara… Denedim: anamın “korkma kızım” demesine rağmen ben korktum. Korkunun da ötesinde iğrendim. Sevmeyi bilmiyordu hiçbir erkek ve ben hiçbirini sevemiyordum; onlar dokunmasını da kutsamasını da bilmiyorlardı. Kabaydılar. Benden çok öte kabaydılar.
 
Sonra sevdim. Üstelik bir değil, birkaç defa… Kadınlardı onlar. Yaratılan en güzel canlılardı; yumuşak tenleri ve yürekleri ve çiçek kokuları vardı. Ama yasaklardı. Ya suskun ve ıstıraplı yaşanırdı, ya da saklı gizli. Nilay… O da sevmişti beni. İlişkimiz ortaya çıktığında olduğunda, kızıl saçlarının gölgesi yüzüne düşmüş ve saatlerce durmadan acıyla ağlamıştı.  Onu kucağımda bir bebek gibi saklamış, öpüp koklayarak sakinleştirmeye çalışmıştım. Bu, tam 6 yıl önceydi ve bana “gidelim” demişti. “Bavulumuzu alıp gidelim.” Ben ise, kendimin bile şaşırdığı soğukkanlı bir cesaretle “Artık kaçmayacağım ve gizlenmeyeceğim.” demiştim. O ise “Kalamayız, insanların yüzüne bakamayız. Ailelerimiz, bizden reddetme derecesinde utanıyor.” gibi onlarca cümle sıralayıp ağlıyordu. Hıçkırık sesleri, cümlelerinin birçoğunu tamamlamasına izin vermiyordu; sonra da aynı cümleleri tekrar tekrar kuruyordu. Böyle güzel bir kadını sevmek, ne ayıp ne de yanlış olabilirdi. Havva elmayı yedi diye, hem Ademce hem de toplumca cezalandırılmak zorunda değildik. Elma hakkımızdı ve bunu korkak Adem olmadan da başarabilirdik. Ne onların sahte sevgilerini, ne de lanet nefretlerini istiyordum. Aşk ‘tercih’ edilir bir şey değildir; o gelir ve seni bulur. Aşkı Ali’ye ya da Ayşe’ye duymam, insanları neden bu kadar çok ilgilendiriyordu!
 
“Büyükannemden kalma Ege’de bir arazim var; gel oraya gidelim. Herkesten uzak beraber yaşarız orada. Kaçalım buralardan.” demişti. Böyle güzel bir kadın tarafından sevilmek ve kaçırılmak isteniyor olmak gururumu okşasa da, artık “kaçmak” istemediğimden emindim. 35’ine gelmiş koca bir kadındım ve bir kadına âşıktım; bundan dolayı da utanmıyordum. Artık acemilik dönemlerini aşmıştım ve kendimi aşağılanmış hissettiğim günler geride kalmıştı ancak Nilay’ın gözyaşları beni sanki yeniden o güçsüz günlere sürüklüyordu. Ona “tamam” demiştim. Birden şaşırmış ve o mutlulukla ağlaması kesilmişti. “Ama kaçmayacağız. Aksine, oraya daha büyük bir mücadele için gideceğiz.” demiştim. Anlamamış, şaşkın, mahzun ve iri zeytin yeşili gözlerini bana dikmişti. Her yıl bugün, o geceyi anıyorum; şimdi gözleri denize dalmış denizkızlarıyla oynaşan bu güzel kadın da o günü anıyor olmalı. Elbette kolay olmadı ve kolay olmayacağını biliyorduk ama bugün penceremden baktığımda, bütün bunlara değdiğini görüyorum. Şimdi burada yirmi dört lezbiyeniz ve bu bizim için -Türkiye şartları göz önünde tutulduğunda- inanılmaz bir rakam.
 
İki arkadaşımız suni döllenme yoluyla hamile kaldılar. Türkiye’de sperm bankası olmadığı için yurtdışına gitmeleri gerekti; tüm masraflar hayli bizi zorlamış olsa da, ilk çocuğumuzu kucağımıza aldığımızda her şeye değdiğini hissettik. Neslihan geçen yaz doğum yaptı ve “Toprak” isimli bir oğlu(muz) oldu. Köyümüzün tek erkeği… Geleceği, bu köyden bakıldığında belirsiz görünüyor ama annesi, onun ileride kadınları belki de en iyi anlayabilecek erkek olacağını düşünüyor. Diğer arkadaşımız Fidan ise, henüz altı aylık hamile; doğumu köyde yapmaya kararlı. Neslihan’ın doğumu ilk olduğu için biraz endişelenmiş ve hastaneye götürmüştük. Gittiğimiz yer ufak bir kasaba hastanesiydi. Babasız bir çocuğa kimi acıyordu kimi de kinle bakıyordu. Bizse köyümüzde üç gün üç gece eğlence yapmıştık. Fidan’ın doğurmasına üç ay var. Köyümüze geçen sene sağlıkçı bir çift geldi. Onlardan biri ebe; doğumu da o yaptıracak. Kendisi en az hepimiz kadar heyecanlı…
 
Benim doğurmak gibi bir hevesim olmadı; asla da düşünmedim. Bu dünyaya çocuk getirmeyi adil bulmuyorum. Bu biraz ideolojik bir karar belki, peki ama Nilay? Ona bu konudaki fikirlerini hiç sormadım. Küçük oğul Toprak’la çok ilgileniyor; çocukları seviyor olmalı. Acaba benim fikirlerimden dolayı mı çocuk konusunda fikir belirtmiyor? Onunla en yakın zamanda bu konuyu konuşmalıyım. Onun üzerinde farkında olmadan ideolojik bir baskı oluşturmuş olmaktan korkuyorum. Aslında ufak bir Nilay belki beni de çok mutlu edecektir; beyaz tenli ve kızıl saçlı bir çocuk, belki denizde açılarak Vikinglere karışır bir gün… Bizim için Fidan’ın veya Şilan’ın çocuğu fark etmiyor aslında. Burada ortak bir yaşam oluşturmaya ve mülkiyet olgusunu aşmaya çalışıyoruz. Çocuğun bir biyolojik annesi olsa da, ileride hepimize “anne” diyebilir pekâlâ.
 
Köyümüzün yeri gerçekten çok güzel… Böyle bir toprağa sahip olduğumuz, daha doğrusu böyle bir toprakta misafir olduğumuz için çok şanslıyız. Bunun için her gün Tanrıçalara minnet ediyorum. Nilay’ın büyükannesinin zeytin bahçesi var; her yıl çok iyi hasat alıyoruz. Tarla işlerindeki acemiliğimiz, iki yıl boyunca birçok mahsulün ziyan olmasına neden olduysa da, birçok işi yavaş yavaş öğrendik. Köydeki üçüncü yılımızda, on iki kişiydik ve iki ineğe bakamamıştık. Bir gün sinirler gerilmiş ve çıkan bir tartışma sonrası bir çiftimiz köyü terk etmişti. Bu bizim için fazlasıyla acı bir deneyim olmuştu. Özgür bir yaşam ortamı yaratmaya çalışırken, gereksiz yere tartışmak anlamsızdı ve zararlıydı.
 
Doğrusu ilk yıllarda köyde yaşantımız hiç kolay değildi. İlk yıl köye, bizim gibi âşık ve deli iki kadın arkadaşımızla taşındık. Biri mimardı; yapılar konusunda ve maddi anlamda çok büyük katkıları oldu. Ekolojik bir köy hedeflediğimiz için, evimizi inşa ederken yalnızca taş, ahşap ve saman balyası gibi doğal malzemeler kullandık; 10 odalı bir yapı oluşturduk. Sonra sıra iletişime gelmişti: diğer lezbiyenlere buranın varlığını duyurmak gerekiyordu. Bir internet sitesi kurduk ve kendimizi ve amacımızı orada duyurduk. Onun yanı sıra, kimi eşcinsel örgütlerle de sürekli ilişki halinde olduk. Tabi bu birçok arkadaşı bize kazandırmış olsa da, karşı taraf da hareketlenmişti. Akbabaların tepemizde uçuştuğunu hissedebiliyorduk. Bir lezbiyen köyü, hem de Türkiye’de nasıl olabilirdi? Bu kadınlar aklını kaçırmış olmalıydı! Bu, bir kısım erkek için fantezi nesnesi, bir kısmı için de yok etme gerekçesiydi. “Bizim” dedikleri dünyalarında, bize yaşam alanı vermek ya da bırakmak istemiyorlardı. Oysa bu dünya onların olduğu kadar bizimdi de! Hem de biz onlardan çok daha iyi davranıyorduk dünyaya. Doğa Ana bize büyük bir şefkatle kucağını açmıştı, o bizi anlıyordu ve içinde bizim gibi canlılar (meşe gibi) barındırıyordu. Biz de zamanla ona daha saygılı olmayı öğrendik. Şehirlerde ne kadar da anamızdan ve özümüzden uzak kaldığımızı fark edememişiz.
 
Doğayla bütünleşmek, sevdiğin kadının koynunda yatmak gibi huzur verici; insanı özüne döndürüyor ve seni sen yapıyor. Eko-feministleri şimdi daha iyi anlıyorum. Gerçekten doğanın ürettiği gibi üretiyor, birbirimizi seviyor ve doğa gibi bütünlüyorduk. Deniz gibi dinginleşiyor, sonra dalgalanıp içimizde bize ait olmayan kiri dışarı atıyor ve yeniden dinginleşiyorduk. Denizi rahat bıraksalar deniz zamanla kendini temizler, derler. Biz kadın aşkına inanmış olanlar da, kendimize bir köy yarattık ve burada yeniden özümüze dönüyoruz ve kadın olmanın güzelliğini yeniden keşfediyoruz. Severken utanmıyoruz, kendimizi “öteki” hissetmiyoruz ve yatakta korkuyla yatmıyoruz. Bazen şehirdeki arkadaşlarımızla konuştuğumuzda, “Orada canınız sıkılmıyor mu?” diye soruyorlar; artık bu soruya gülüyoruz. Burada mutluyuz ve zaten o kadar çok iş var ki yapılacak… Bazen yorgunluktan ölsek de, işlerin birçoğunu keyifle yapıyoruz. Şarkı söyleyerek zeytin topluyor, çitleri beraber onarıyor ve sakarlıklara beraber gülüyoruz. Bir patronumuz yok; sayımız çok değil ve gereken kararları tartışarak ortaklaşa alıyoruz. Adil, eşit ve komünal bir ortam yaratma çabasındayız.
 
Dış dünya bizimle uğraşmadığı sürece mutluyuz aslında. Ancak 2 yıl önce çok tatsız olaylar yaşadık. Sayımız on sekizdi fakat o yıl köyümüz internet üzerinden hayli duyurulmuştu ve yüzlerce insanla iletişim halindeydik. Bu bizim için şaşırtıcı bir başarıydı ve durumdan çok mutluyduk. Onlarca kişi yanımıza gelmeyi ve buraya yerleşmeyi planlıyordu. Biz de ek yapılar ve odalar için projeler çiziyor ve bütçe ayırıyorduk. Köyümüz ulusal basına yansıdı; ünlü bir iki kanal ve gazetede haberimiz yapıldı ve bir de röportaj kabul ettik. O dönem hepimizi bambaşka bir heyecan sarmıştı ve sevinçliydik ancak sonrasında endişelerimiz de çoğaldı. Bu kadar gündemleşmek kendimiz ve köyümüz için tehlikeli olabilirdi. İnternet sitemize sanal saldırılar oldu ve kötü yazılar yazıldı. Yazıların birçoğu cinsel içerikliydi: bizi “tatmin edilmemiş zavallı kadınlar” olarak gören ve tatmine geleceklerini söyleyen sapkın grupların yanı sıra, bizi “sapkın”, “günahkar” ve “kıyamet alameti” sayan dindar gruplar ve “lümpen, hastalıklı” gören solcular vardı.
 
Akşam toplantılarımızda, köyü boşaltmaya varan öneriler yapılıyordu. Ben kaçma fikrinin yine karşısındaydım. Bulgaristan göçmeni, askerlik yapmış muhacir bir arkadaşımız vardı; silah almamız önerisini getirdi. Mantıklı gelse de, silahlanmanın doğru olmayacağı kararına ulaştık. Yaklaşık 1 ay boyunca, sırayla gece nöbeti tuttuk. Beklediğimiz saldırı, bahar sonlarında geldi. Öğlen saat 2 civarında, ağzının salyaları akan iki araba dolusu erkek geldi. Onlar 10; biz 18 kişiydik. Nilay’ın titreyişiyle kendime geldim; sevdiğim kadını böylesine korkutmaya kimsenin hakkı yoktu. Sonra kendimi kaybettim; küfür savura savura, elimde kazmayla adamların üzerine koştum. O sırada diğer kadınlar da ellerindeki kazmalar, kürekler, keserler ve odunlarla koştular; kimileri ise tarladan topladığı taşları fırlatıyordu. Adamların birçoğu küfrederek kaçıyordu; ancak ikisi, 3 arkadaşımıza çok yaklaşmıştı. O sırada yukarıdan gelen bir ok, adamın ayağına saplandı. Başımı çevirip baktığımda, evin üst penceresinde duran Selin’i gördüm. Selin, kolejdeyken okçuluk kulübündeymiş; en iyi atışını da o gün yapmıştı. Adamların hepsi arabalarına binip kaçmıştı. İçimizde daha önce tecavüze uğramış birkaç arkadaşımız vardı; özellikle onlar çok etkilenmişlerdi. Akşam yemeğimizi yerken Neslihan, “Fatma’yı gördünüz mü? Nasıl küfürler ediyordu?” demişti. O sırada başka biri de “Erkek Fatma” demişti. Nilay sinirlenmiş, “Adı batsın erkeklerin! Ne erkeği! Sevgilime bir daha böyle hakaret etmeyin.” diyerek araya girmişti. Nilay, kendisini radikal feminist olarak tanımlıyordu. Sık sık çeşitli kitaplar üzerinden tartışıyorduk; S. Firestone’un ütopyalarını bizim köyümüze taşıyordu. Belki hala denizi izliyor ve yine ütopyalar kuruyordur; belki yine denizkızlarıyla sevişiyordur.
 
Jandarma, saldırıdan sonra bizi “korumaya” karar verdi. Yol üzerinde bir araba bekletiyorlardı ancak bu bizim talebemiz değildi. Saldırı ve köyümüz, Avrupa basınına da yansımıştı ve AB bizi “önemsemişti”. T.C. ise bizi “koruma” gereği duymuştu. Onlar yolda beklediği için dışarıdan bir saldırı belki gelmeyecekti ancak kapımızda erkeklerin beklemesi zaten bize yönelik bir saldırı gibiydi. Yol üzerinde 1 yıla yakın beklediler; ortalık sakinleşince ve bizim talebemiz doğrultusunda, “korumacılık” fikrinden vazgeçip karakollarına çekildiler.
 
Yaşanan kötü olaylar, yanımıza gelecek birçok lezbiyeni vazgeçirdi. Hepimiz kadın kimliğimizden ötürü her gün hakarete ve tacize maruz kalıyorduk; bir de eşcinselliğimiz bilindiğinde, saldırı ve tecavüz çok sık yaşanıyordu. Belki de onları, kimliklerini açıkça ortaya koyacakları böyle bir ortam korkutuyordu. Oysa zor da olsa, “biz” olabileceğimiz bir yer yaratmaya çalışıyoruz. Şehirde sahte kimliklerle dolaşmak, bence daha büyük bir işkence… Birçok insanla iletişim halindeyiz. Yurtdışından bize maddi destek sunuldu; gönderilen parayla, zeytinyağı yapmak için birkaç âlet almayı düşünüyoruz.
 
Şimdi üç güzel kadın, taş fırınımızda ekmek pişiriyor. Saati fark edememişim; akşam yemeği hazırlıkları başlamış bile. Nilay’ın gözleri hala denizde; onu, buradan izlerken bile özlüyorum. Ona, bebekle ilgili fikrini de sorarım; karar almak için güzel bir gün bugün. Yüzünü döndü; şimdi bana gülümsüyor. Rüzgâr tenine her değdiğinde ve her kirpiğini oynatışında, ona yeniden âşık oluyorum. El sallıyor; koşmalı, yanına gitmeli ve onu kucaklamalıyım. Ona, onu ne kadar çok sevdiğimi yeniden söylemeliyim utanmadan, sıkılmadan, ezilmeden ya da garipsemeden…

 


Etiketler: kadın
İstihdam