27/01/2011 | Yazar: Zozan Özgökçe

1995’den beri Van’da yaşıyorum.

1995’den beri Van’da yaşıyorum. Yoksulluğa mı, aile içi şiddette mi, gizli ensestlere mi, buhranlara mı, kimlik kavgasına mı kafa yorsam, emek versem, bireysel kompleksler ile mi boğuşsam, kendi hayatıma mı yönelsem? Neye koşsam bilemiyorum çoğu zaman.
 
Bir kadın ile görüşüyorum abisinin ona tecavüz ettiğini söylüyor. Başka bir kadın ile görüşüyorum babasının annesi ölünce onu başlık parası karşılığı bir adamla üvey annenin başlık parasını ödemek için zorla 13 yaşındayken evlendirdiğini söylüyor. Her ikisinin de gözlerinde güvensizlik, korku, ‘ne yapacağım?’ sorusu. Sarıyorum her ikisini de, yaşadıklarını zihnimde tasarlarken kendimi yerlerine koyuyorum ve onların yaşam karşısındaki güçlerine hayran kalıyorum.
 
Başka bir kadınla konuşuyorum adını ve soyadını değiştirmek istiyor. Dava açmak istiyor ancak aileden iki tanık istiyorlar. Diyor ki ben zaten ailemden kurtulmak için bunu yapıyorum, kim gelip bana tanık olacak?
 
Başka bir kadınla telefonda konuşuyorum. Telefonun ucundaki mahçup, ağlamaklı ses ‘akademisyen olduğunu, kocasından çok korktuğunu, dayağına da tehdidine de katlandığını’ söyleyerek, kime başvurabileceğini soruyor.
 
Bir kadın ve iki çocuğu beliriyor kapıdan. Çocuklardan biri sehpanın üstündeki şekerleri yemek için alıyor. Kadınla konuşurken çocukları geziniyor ofiste. Mutfaktan kadına çay getirmeye gidiyorum, diğer çocuğun masanın üstünde duran kuru ekmeği yediğini görüyorum. O kadar açlar ki çocukları. Getirdiğim çayın kadının boş midesini alevlendirdiğini öğreniyorum. İki gündür yiyecek bir kap yemekleri olmadığını söylüyor.
 
Açıyorum haber sitelerini patır patır tutuklama haberleri, hem de gencecik çocukların basın açıklamalarına katıldıkları veya slogan attıkları gerekçesi ile ‘örgüt üyesi’ olduklarına karar verilerek tutuklandıklarını öğreniyorum. Arıyorum ilgili kişileri çocuklardan birinin lise öğrencisi ve böbrek hastası olduğunu öğreniyorum. Gençlerden birinin ‘Berxwedan Jiyan e’ yani ‘Yaşamak Direnmektir’ dediğinin polis kayıtlarından görüldüğünü ve bunun hapis için bir gerekçe yarattığını öğreniyorum. 
 
Van Valisi’ne mektup yazıyorum, basın açıklamalarına katılan ve slogan atan çocuklardan korkmayalım, onları yargı önüne çıkarmayalım, hapis değildir onların yerleri diyorum. Birileri bana ‘bölücü’ diyor ve başka hakaretler yağdırıyor. 
 
Bir çalıştaya katılıyorum. Kürt kadınları hakkında konuşuyorum ve özellikle benim Kürt kadınlarını temsil etmediğimi ve kimsenin de temsil etmediğini ve bu temsiliyet meselesinin sorunsallığından bahsederek Kürtlerin ve kadınların homojen olmadığını da belirttiğim halde kifayetsiz muhteris bir kadın geliyor ‘Bir daha Kürt kadınları hakkında konuşursan seni bitiririz’ diye tehdit ediyor.
 
Kendi hayatıma dönüyorum, evime gidiyorum. Televizyonu açıyorum Başbakan, Kılıçdaroğlu’na ‘kaynak’ diyor. Kılıçdaroğlu, Başbakan’a ‘oynak’ diyor ve kendisine verilen ayvaları ‘Recep’e yedireceğini’ söylüyor. Hemen ardından Van Milletvekili Üçer saldırgan ve eril bir üslupla herkese okuyor.
 
Ardı ardına telefon, bir kadın arkadaşımız sinir krizi geçiriyor. Keşke ben de girebilsem sinir krizine diyorum içimden. Bağırıp çağırabilsem, dağıtabilsem ortalığı ve ne varsa kırsam o arkadaşım gibi diye dua ediyorum. ‘Sakinleş’ diyorum ona ama aslında kendime diyorum. Sakinleş… Sakinleş… Buradan solumak, direnmek değil de nedir?


Etiketler: yaşam
nefret