28/05/2014 | Yazar: Sultan Yavuz

Akıllı olma hali daima mevcut akılla olan yakınlık ya da uzaklık ile belirlenir. Peki, bu mevcut akıl, hangi akıl?

Elias Canetti’nin “Marakeş’te Sesler” adlı kitabını okuduktan sonra aklıma gelen şeyleri yazmaya başladığımda, romana dair şeyler dışında her şeyi yazmak istediğimi fark ettim ya da aslında tamamen romana dairdi yazdıklarım. Çoklukla okuduklarımızın anlam kazandığını, bizde yeni açılan fikirlerle, bir cümleden, bir karakterin başına gelen tek bir olaydan bambaşka yerlere ufkumuzu açtığımızda fark ederiz. Canetti uzun uzun kokulardan, mekânlardan bahsetmiyor ama satır aralarında dilencilerin, sokakların, açlığın, cümbüşün kokusunu duyumsatıyor. Ben en çok koku algımı ciddiye alırım, bir tazıymışım gibi. Okuduklarımda, izlediklerimde koku ararım. İşte Marakeş’ten gelen seslerle de bir kokunun peşinden gittim. O koku beni yabancı şehirlerden, insanlardan, Canetti’nin notlarından ve özdeyişlerinden alarak bir iktidar aklına taşıdı. Foucault’yu                                           düşündürdü. Ardından şu kokuları algıladı burnum...  
 
Elias Canetti, dAP
 
“Mekânı tanımlayan ve tamamlayan şeylerden en önemlisidir koku ve ses. (Elbette koku alma ve işitme yetenekleri olanlardan bahsediyorum). Koku, size oraya dair ayrıntılar gibi ana hatları da verir. Eski ya da yenidir; zaman kavramına gönderme yapar. Ait ya da yabancı hissettirir. Haz verebileceği gibi mide bulandırıcı da olabilir. Samimi ya da resmi olabilir. Doğaya yakın ya da fazla suni olabilir. Hayaller kurdurabilir, geçmişte bir ana götürebilir ya da çirkin bir gerçeği surata çarpabilir koku. Her yerin bir kokusu vardır; sessizliğin ve hatta ölümün olduğu yerlerin bile... Mesela müzelerin, mezarların, tarihi yerlerin kokusu gibi... Öte yandan, sessiz sandığınız bir yerde, sessizliğin sesini duyabilirsiniz. Biraz kulak çınlamasına benzer bir sestir bu ya da hayaletlerin fısıltısı gibi. Gerçekliğimizi ispat etmek istercesine bilinçli ya da bilinçsiz koku ve ses ararız. Koku ve ses yoksa ölüm bile yoktur. Hiçlik vardır. Mekânda koku ve ses ‘hiç’se, insan delirebilir o ‘hiçlik’te.
 
Delirmek, delirtmek, deli olmak ya da akıllı olmak. Bunlara dâhil olup olmadığımızı kendimiz değil, bizim dışımızdakiler belirler. En kapsamlısı da bir iktidar ve karar mekanizması olan devlettir. Kendisine muhalif olan, tehdit olan her aklı “akılsızlıkla” ölçen devlet aklı, işte bu hiçliğin etkisinin farkında olduğundan, geçmişte zindan, günümüzde hücre ile “akıllı” davranmayanlara bunu yapmak ister. Cezalandırma yöntemleri altında yatan gizli bilgilerden biri de işte bu algılama şeklidir. Karanlık içinde, tüm sesten ve kokudan mahrum bırakarak hiçlik içinde kaybolmuşluk ve yokluk hissini zihinde oluşturmak. Böylece adım adım delirtmeyi ya da net bir görüşten uzaklaştırmayı, aciz bir teslimiyeti ister.
 
Bir kez deli olduktan sonra, gerçekle bağınız koptuktan sonra ellerine geçirmek kolaylaşır ama bunun da ikili bir yanı vardır. Ele geçirilip cezalandırılan, karşı koyamayan delilik, bir oyun hamuru gibi elden ele dolaştırılırken aynı zamanda kendi gizemi altında özgürdür çünkü gerçeklikten, onu cezalandıranlardan kopuktur. Kendi içine gömülmüştür, çıkardığı ses ya da sessizliği nadiren onu cezalandırana karşıdır. Bu yönüyle ironik bir özgürleşme aracıdır da...
 
Tazyikli su ile kimin aklı başına getirilmek isteniyor?
 
Delilik ve akıllılık. İktidar, iktidarını buradan kurmayı her zaman başarır, çünkü bu kolaydır da. Foucault cezalandırma sistemlerinden biri olarak gördüğü akıl hastanesinde, delilere uygulanan yöntemlerden bahseder. Eskiden akıl hastaneleri ile hapishane sakinleri arasında ayrım yoktu ya da cezalandırılma yöntemleri aynıydı. İnsanlardan izole etme, dayak atma, kelepçeleme gibi... Aslında çağlar boyunca bir yanıyla iktidarın karşısında olan ya da onu hiçe sayanlar ya hapishane ya da akıl hastanesinde buluverdi kendini. Belki de akıl hastanesindeki “deliler” ile cezaevlerindeki “suçlulara” uygulanan aynı yöntemler, günümüze kadar taşınmış olabilir. Bunu örneklendirerek düşüncemi yere bastırmaya çalışacağım.  
 
Foucault’nun anlattığına göre su, eskiden deliler için kullanılan yöntemlerden biriydi. Soğuk ve tazyikli su ile deliyi ıslatmak. Delinin, bu şokla aklı başına getirilmeye çalışılıyordu. Günümüze gelirsek, aynı şeyi polisin göstericiler için attığı su için de söyleyebilir miyiz? Eğer hem delilik, hem de protestocular iktidar karşısında aklı başında olmamayı temsil ediyorsa ve iktidara tehditse, cevabımız “evet” cezalandırma ya da aklını başına getirme yöntemi olarak TOMA ile su püskürtmek aynı şeydir. Tımarhanedekiler deli; protestocular ise “çapulcu, kendini bilmez”dir. Çapulcu, TDK’ya göre “düzene aykırı davranışlarda bulunan, düzeni bozan.” Bunu yapan aklı başında insan olmayacağına göre ve iktidar sizi bir kez “akıl dışı” ilan ettikten sonra cezalandırılmanız kolaylaşır. Akıllı olma hali daima mevcut akılla olan yakınlık ya da uzaklık ile belirlenir. Peki, bu mevcut akıl, hangi akıl?
 
Dilediğince öldürme, cezalandırma, işkence yapma, topluluktan men etme, hayatta kalabilmesini sağlayacak olandan mahrum etme yetkisine sahip “deli olmayan bir iktidar aklı”. Çoğunluğu arkasına aldığı “akıl meşruiyeti” ile. Çağlar boyunca ahlak kuralları, yasalar, neyin ceza alıp almayacağı, neyin normal olup olmadığı hep değişmiştir. Ama iktidar aklı, bunu her seferinde tanrısal bir şeymişçesine devlete bağlama ve çoğunluğun yararına olma gibi ilkelerle egemen kılar.
 
Devlet ve iktidar adı altında yapılanlar, gasp edilen haklar bir başka zaman için ya da aynı zaman diliminde bir azınlığı oluşturduğunda kabullenilemez olup bir ceza sonucunu doğurabilirken, fareli köyün kavalcısı gibi eline her kavalı geçiren, âdeta aklı da kendi peşinden sürükler. Kafileye katılmayan, her zaman “deli” adını almıyor, deliye uygulanan tüm “tedavi” biçimleri uygulanmıyorsa da, en azından söylem düzeyinde protestocuları itibarsızlaştırmak için, onları aklın karşısında konumlandırmaya çalışır. “Birkaç çapulcu, üç beş hadsiz, kendini bilmez, ne idüğü belirsiz, maşa, oyuna gelen, kandırılmış, akıl dışı...” gibi. İtham edilen taraf ya doğrudan kıt akıllı, akılsız ya da dolaylı olarak aklını kullanamayan ilan edilir. Akıl terazisinde tartılıp, çoğunluktan ayrıldıktan sonra da ister su, ister gözaltı, ister dayak ile ona uygulanan her şey mubahlaşır. Devlet aklının, tehlikeli bir delilik olduğunu en net gördüğümüz zamanlar olan ölümler ise çarçabuk görünmez kılınmaya çalışılır. Devlet cinayetleri, ya istisna ya da sayısal veridir. İktidar aklının işlediği suç hemen gizlenir, gözler sayısal değerlere çevrilmek istenir. Bundan sonra konuşulacaklar, işin hesap kitap kısmıdır.  
 
Karşı taraf, yani iktidar aklına göre akıllı olmayan ise kendi deliliğince bir savunma seçer. Kendisi için kullanılan “çapulcu” tamlamasını içine alır, kendini bunun üzerinden tanımlar. Bu, iktidarı tersine çevirmektir aslında. Tıpkı eşcinsellerin kendilerine “ibne” demesi, siyahların “zenci” demesi gibi... Bu, hakareti itibarsızlaştırmaktır ve karşı tarafla dalga geçerek, içerdiği anlamı sıfırlaştırmak ve sonra da onu kutsayarak tersine çevirmektir. Bu bize şu soruyu sordurur: “Bu bir akılsızlıksa, hangi akla karşılık?”
 
“Söylenmek istenenden daha fazlasını söylememek çok güç”  diyor ya Canetti, “ona katılıyorum” diyor ve burnumu başka tarafa çevirmek istiyorum.   

Etiketler:
İstihdam