25/03/2009 | Yazar: Can Başkent

"Rafael Olmak" başlıklı yazımda, Rafael olmanın nasıl bir his olduğuna değinmiştim Carla - Rafael ilişkisi üzerinden.

"Rafael Olmak" başlıklı yazımda, Rafael olmanın nasıl bir his olduğuna değinmiştim Carla - Rafael ilişkisi üzerinden. Yazıyı bitirirken hüzünlenmiştim: "Acaba, böyle harika bir kadının (??!!) arkasında bıraktıkları neler hissediyorlardır, diye düşünmeden edemiyorum. Rafael olmak nasıl bir şeydir?". Bu yazıda ise Carla olmanın nasıl bir his olduğunu eşeleyeceğim. Yine, Carla'yı anlatacağım. Carla'nın duygulanımlarının takibini yapacağım bir iki ufak detay üzerinden. Ama aklımın bir köşesinde hep şu olacak: Ezilmek kadar da ezmek de bir travmadır. Carla Bruni'nin şahsi olarak bu travmayla nasıl baş ettiğiyle değil, aşkta "galip gelmenin" acaba nasıl bir psiko-politik ruh hali yarattığını irdelemeye gayret edeceğim.

15 Şubat 2009 tarihli New York Times, Carla Bruni'nin Burkina Faso'ya gerçekleştirdiği ziyareti anlatan detaylı bir röportaj yayımladı. Bruni'nin, iyi niyet elçisi olarak yaptığı ilk ziyaretti bu ve ziyaretin odak noktası AIDS'li çocuklardı. Üç yıl önce erkek kardeşini AIDS nedeniyle kaybeden Bruni, kim bilir, geç de olsa vicdan borcu ödüyordu. Zira, gazetedeki yoruma göre de, Bruni derin bir sempati besliyormuş HIV+ çocuklara karşı.
 
Sarkozy, eski karısından boşandıktan 11.5 hafta sonra Bruni'yle evlenmişti. Eski Bayan Sarkozy de, bir kaç ay sonrasında yanılmıyorsam, New York şehrinin ünlü gökdelenlerinden Rockefeller'da, yeniden evlenmişti. Bu iki sansasyonel evlilik karşılaştırıldığında, malum nedenlerden dolayı ilgi Sarkozy-Bruni çiftine yönelmişti. Zira, Bruni'nin aşk CV'sine baktığınızda yanyana gelmesi neredeyse olanaksız isimler göreceksiniz: Donald Trump, Eric Clapton, Mick Jagger, Rafael Enthoven... Bu hususu Bruni'ye sormazdan önce, kendisinin 2008 yazında çıkan "Comme si de rien n'etait" (Hiç bir şey olmamış gibi) adlı (evet, Elysee Sarayı'ndan çıkıp, bir stüdyoda kaydedip yayınladığı) son albümüne bakmakta fayda var. Bu güzel albümde, Fransız bohemyasının en ünlü erotik yazarlarından, '68 Paris devrimciliğine aşina olanların hemen anımsayacağı Houellebecq'in sözlerini yazdığı bir şarkı, 50'lerden anımsayacağımız o güzel balad "You Belong to Me" (benimsin) ve Rafael Enthoven (evet, gene o Rafael)'in sözlerini yazdığı "Peche d'envie" (kıskançlık günahı) şarkıları derhal dikkatimizi çeken detaylar oluyor. Aynı albümdeki bir şarkıda da Bruni (türkçesiyle) "Ben bir çocuğum / 40 yaşıma rağmen / 30 aşığıma rağmen / Ben bir çocuğum" dizelerini okuduğunda, gazeteciler hemen Fransa'nın başbayanına sormuşlardı: "Gerçekten otuz mu?". Bruni ise aşklarını hiç saymadığını ve 30 rakamını şarkının sözlerine iyi oturduğu için seçtiğini söylemişti.
 
Carla olmak zordur. Sevecen Carla'ya dair belki de en sevimli gözlemlerden biri, Rafael'den olan oğlu Aurelien'i hâlâ, mahalledeki okula kendi götürmesi ve oğlunun öğle yemeğini evde (ev olarak adlandırdığımız da Elysee Sarayı!) kendi hazırlamasıdır bence.
 
Öte yandan, Carla duyarlıdır. Kişisel servetini de katıp organize edeeceği devasa bir bütçeyle, hayır işleri yapan bir vakıf kurma hazırlıklarını sürdürmektedir. Kendi ismiyle anılacak bu vakıf, burslar verip, kültürel etkinlikleri destekleyecekmiş.
 
Ama Carla'nın da kötü anları olmuştur. Carla'nın babası ölüm döşeğindeyken, Carla'ya kendisinin onun biyolojik babası olmadığını itiraf etmiştir. O gün bugündür, yani yaklaşık 12 yıldır, Carla psikoanalizle sorunlarını çözmeye çalışmaktadır.
 
Elysee Sarayı'nda İtalyan başbayan olmak da zordur. Bundan dolayı Carla, İtalyan vatandaşlığını bırakmayı düşündüğünü de itiraf etmiştir.
 
İyi niyet ya da naif bir sevecenlik belki de Carla'nın hepimizde yarattığı ilk his. Ancak, hâlâ Carla olmanın nasıl bir hissiyat olduğun betimleyemedik.
 
"'En iyi', 'daha iyinin' 'en kötü' düşmanıdır." sözünü çok seviyorum. Dar kafalılar elbette, bu sözü kapitalist bir rekabetçiliğin aleni bir emaresi olarak algılamanın ötesine geçemiyorlar. Ama muhakkak ki, belki naif bir iyi niyet, belki de aşırı bir iyimserlik bana bu vecizenin, karamsar bir Schopenhaur felsefesine yakın olabileceğini sezdiriyor.
 
Carla'nın ve diğer tüm iyi niyetli, iyi kalpli ama zalim güzel kadınların, sert bir şekilde eleştirilememesinin altında benzer neden yatıyor: Kantçı ahlak kalıntıları.
 
Carla'nın, yani iyi niyetle ve masumca kalp kıranın önündeki en önemli açmazın varoluşçuluk olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar, gündelik ve sıradan hayat, hiç bir şekilde bir yaptırım uygulamasa da, ki elbette ödül-ceza temelli bir yaşam motivasyonunu savunacak değiliz, varoluşçuluk getirdiği rekonstrüktif sorumluluk kavramıyla, değindim, bu soruna küçümsenemeyecek bir çözüm sunar. "Özgürlüğün bir bedeli vardır."
 
Anarşizmin, politikanın vicdanı olarak adlandırılmasının ardında da buna benzer bir motif yatar. Anarşistler, özgürlüğü elde etmenin de bu özgürlüğü korumanın da bedelini ödemeye hazırdırlar. Bu bedellerin, konformizmi ilga eden bu huzursuzlukların, hatta hatta Sartre'ın bulantılarının neler olabileceğine, kimi diğer yazılarımda değinmiştim, burada tekrarlamayacağım.
 
Ben kalp kıran Carla'nın, nasıl kendiyle barışık olduğunu merak ediyorum. Ben, evet kimse ceza vermese bile kırdığı kalplere rağmen nasıl hâlâ gülümsediğini merak ediyorum.
 
Bu satırları okuyanlar, benim Carla üzerinden poliamoriye ya da poligamiye saldıran muhafazakâr ve misojenik bir tutarsız olduğumu düşüneceklerdir. Carla'nın poliamorisi değil, Carla'nın arkada bıraktığı Rafael'ler, yarattığı hüzünler ve tüm bunlara rağmen Carla'nın hâlâ gülümseyebilmesi benim derdim.
 
Ahlaki kabahatlerin, nasıl çözülebileceğine dair, kamusal neredeyse tek algı hâlâ suç / ceza dikotomisiyle işliyor. Anarşist ideolojinin buna net bir cevabı da, benim bildiğim kadarıyla hâlâ tutarlı bir şekilde kurgulanmış değil. Neredeyse "Ya sev ya terket" sloganına yakınsayan anarşist pratikler de, eh artık söylemesi bile abes, anarşizme mal edilmemeli.
 
Duygusal alanın, politik bir alan olduğu 70'lerden beri geniş bir kabul gördü. Ama hâlâ, duygusal alanın, bu alandaki "suçların" nasıl çözüleceğini bilmiyoruz. Ben Carla'nın bunları çözecek gücü ve yeteneği olduğunu düşünmüyorum. Ama öte yandan, sindire sindire bu satırlarda empoze etmeye çalıştığım anarşist ahlakın varoluşçu okumalarının bize yardım edeceğini düşünüyorum.
Anarşizmi, bir mutluluk hali değil, bir bulantı hali olarak tanımlamamın arkasında da benzer bir yönelim var. Acaba, anarşist ahlak, sadece mutluluğu baltalayıp, bir bulantı mı yaratacak?
Carla'nın bu soruya yanıtını tahmin edebiliyorum. 


Etiketler: insan hakları
nefret