09/09/2009 | Yazar: Melek Göregenli

‘… Ancak imkânsızdan büyülenerek harekete geçeriz; bu da demektir ki, bir ütopya doğurma ve ona bağlanma becerisini gösteremeyen bir toplum, köhneleşme ve yıkım tehdidiyle karşı

‘… Ancak imkânsızdan büyülenerek harekete geçeriz; bu da demektir ki, bir ütopya doğurma ve ona bağlanma becerisini gösteremeyen bir toplum, köhneleşme ve yıkım tehdidiyle karşı karşıyadır.’

                                                                                                           E. M. Cioran, Ezeli Mağlup

Neredeyse her gün, genellikle kadınlara yönelik ve çoğu mağdurların ölümüyle sonuçlanan saldırılar, son dönemlerde erkeklerin kadınlı erkekli çoluk çocuk, yaygın medyanın ‘katliam’ olarak adlandırdığı adeta çok sayıda mağduru olan seri cinayetlerine dönüştü. Paniğe kapılıyor ve ‘ne oluyor?’ sorusunu korkuyla sormaya başlıyoruz. Bunca eşitsizlik, adaletsizlik, şiddet ve korkuyla terbiye edilmiş ve tevekkülü erdem edinmiş bu coğrafyada, bu konunun neden böylesi bir medyatik paniğe yol açtığı ve bu ‘neler oluyor bize’ sorusunun ne kadar içtenlikle ve yaygın olarak paylaşıldığı ayrı bir düşünme konusu. Birbirlerini acımasızca öldürenlerin sadece belirli bir etnik kökenden olmadığı, aynı yerlerde yaşamadıkları yani kolayca tarif edilip, gerektiğinde etraflarının çevrilip zapt edilemeyecekleri her gün biraz daha açıkça anlaşılıyor. Ezici çoğunlukla erkek ve yine ezici çoğunlukla yoksul oldukları kesin, yani ‘her yer’de olabilirler, bu çok ürkütücü!
 
Sosyal bilim literatüründe ‘ahlaki dışlama’ terimiyle kavramsallaştırılan bu süreç, her düzeyde iktidarların, zalimliklerini, aleni kötülükten sıradan görmezden gelmeye kadar farklı derecelerde hayata geçirirken, aşağıdakileri, ‘bazı bakımlardan daha az insan" ilan etmeleri gerektiğine işaret eder. Sınıfsal hiyerarşinin esasını oluşturduğu cinsel, etnik, cinsel yönelim, dini inanç vb. farklılıkların yarattığı günlük hayat merdivenlerinin neresinde olunduğuna bağlı olarak ne kadar ‘insan’ olduğumuz bir kamusal sözbirliğiyle belirlenir. Yoksulları "insan niteliğinden" yoksun bırakacak kamusal sözbirliği ne ölçüde oluşturulabilirse, yoksullara yönelik ayrımcılık ve şiddet o kadar kolay, makul ve hatta zorunlu hale gelir. İnsanlar, uzaklardaki aşağıdakileri insanlıktan çıkardığında, onlarla duygudaşlık kurmaları mümkün değildir; onlarla ortak sınıfsal ve diğer benzerliklerinin farkına varmaları bir yana merhametten söz etmek bile artık imkânsızdır. ‘Onlar’ eğitimsiz cahildirler, kalabalık aileleri vardır, zaten çok mutsuzdurlar, sorunlarını ‘konuşarak’ çözmeyi bilmezler nihayet ‘cinnet’ geçirmektedirler. Tek tek örgütsüz, birbirinden habersiz cinnet geçirmelerinin, cinnetleri tanımlanabildiği ve ‘uzakta’ tutulabildiği sürece, insani niteliklerinin tenzil edilmesi yeterli olur ama normatif olmayan bir biçimde isyana kalkışırlarsa, tehdit algısı güçlenerek büyür ve insan niteliğinden ‘kurtarılmaları’ gerekir, insanlığın ve toplumun çıkarları adına kamusal güçle katledilmeleri meşru hatta yasal hale gelir.
 
İnsanlar, genel olarak dünyanın adil olduğunu düşünmektedirler, adalet bugün, yarın hiç olmazsa başka bir dünyada gerçekleşecektir. Bir yandan hayatın her alanında maruz kaldıkları şiddetle, hiç bir biçimiyle formel hukuka inançla beslenmeyen ve hiç de tecrübi olmayan bir tür ruhani adalet anlayışıyla başa çıkarken bir yandan da en çok da sistemin en mağdurları ve en mülksüzleri şiddeti hayata geçirirler. İktidarların şiddeti, ancak şiddetin asıl sorumluları olmayanlar tarafından yaygın biçimde içselleştirildiği ve haklılaştırıldığı zaman meşrulaştırılabilir hale gelir ve giderek yaygınlaşır. İnsanlar, güçlü olanın güçsüz olana, herhangi bir biçimde iktidarda olanın olmayana şiddet uyguladığını biliyorlar ama içinde yaşadığımız devrin ruhu, bilmenin buna uygun davranmaya yetmediği hatta bilginin çaresizliğe ve umutsuzluğa yol açtığı bir bilinç halini dayatıyor, bu, bir tür yanlış eylemlilikten beslenen yanlış bilinç hali. Bu öteden beri bilinen ‘sahte bilinç’, sadece iktidarların şiddetinin, en çok da yoksulların günlük hayatla başa çıkmalarının bir yolu olarak yaygınlaşmasına yol açmıyor, yeni mikro hiyerarşiler ve güç kaynakları oluşturarak genel olarak sistemin meşrulaştırılmasını kolaylaştırıyor.
 
Evrensel ve sistemik dinamikleri olan bu süreç, dünyanın her yerinde benzer biçimlerde yaşanırken bazı yönleriyle de özellikle bazı coğrafyalarda yoksulluk, ataerkilliğin egemenliğinin daha şiddetli olması, küresel emperyalist çıkarların manipülasyonları vb. nedenlerle daha da ağır yaşanıyor. Ülkemiz de bu coğrafya içinde ve yoksulluğun, ataerkilliğin, militarizmin, her türden eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve muhafazakârlığın giderek etkisinin yükseldiği koşullar altında yaşıyoruz. Töre cinayetlerinden, çocukların sokakların ya da gardiyanların merhametine terk edilmesine, işkenceden tacize, nefret cinayetlerinden, sembolik ve görünmez her türden şiddet deneyimine, her gün, hayatımıza yeni şiddet biçimleri ve yeni meşrulaştırma biçimleri karışıyor. Popüler kültür de, giderek yaygınlığı ve etkisi artan medya aracılığıyla, açık ya da örtük bir söylemle, işçi sınıfının, dünyanın yoksul coğrafyalarında yaşayanların, suç potansiyeli taşıyanların, kadınların, eşcinsellerin, her coğrafyanın kendine özgü ‘ötekiler’inin maruz kaldıkları ve birbirlerine uyguladıkları şiddetin kalıp yargılarla değerlendirilmesini pekiştiriyor. Hayatın doğal durumu buymuşçasına her gün yeni bir şiddet tanıklığına alışıyoruz, onunla birlikte yaşamak zorunda oluşumuz adeta kaderimize dönüşüyor. Yapabildiğimizin en iyisi, adaletsizliklere karşı liberal, yasal bir çerçevede oluşmuş herkes için daha meşru bir sistemi inşa edebilmek için çaba göstermek.
 
Kimin şiddeti daha meşru? Kimin şiddeti yasal? Kim şiddete en karşı? Şiddet birbirimize dokunmamızın, birbirimizden uzaklaşmamızın hatta birbirimizi, aslında hepimizi aynı biçimde yaralayan hiyerarşilerin basamaklarına yerleştirerek uzaklara konumlandırmanın yolu. Belki de yapmamız gereken yeni bir iradi güçlülük hali oluşturmak. Şiddetin yazdığı ve adeta alın yazılarımıza dönüşen yazgıya ve hepimizi aynı biçimde yaralayan suç ortaklığımıza itiraz hatta isyan etmemizi sağlayacak yeni bir söz kurmak; hepimizi iktidar karşısında eşitleyen ve uzaktan dokunmanın değil gerçek bir ilişkiselliğin yolunu açacak bir söz. Belki de hep beraber ‘cinnet’ geçirmenin tam zamanı...
 

Etiketler: yaşam, siyaset
nefret