20/05/2010 | Yazar: KAOS GL

“Toplumsal cinsiyet kategorileri bir baskı ve düzenleme türü olarak işliyor.

“Toplumsal cinsiyet kategorileri bir baskı ve düzenleme türü olarak işliyor. Bu yüzden, kim kadın ya da kim erkek diye sorduğumuzda, bazen kendilerini farklı kategorilerde tanımlayan ya da tanımlama arzusu olan insanları dışlamış oluyoruz”

BirGün Gazetesinden İnan Mutlu ile Başak Turan, Judith Butler ile görüştü.

Kaos GL bu yıl beşincisini düzenlediği Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma için ünlü Amerikalı düşünür Profesör Judith Butler’ı Ankara’da ağırladı. Ağırlıklı olarak feminizm, eşcinsellik kuramı, politik felsefe ve etik alanlarında yaptığı çalışmalarla tanınan Butler ayrıca Queer Teori’nin de kurucusu.
 
Bazılarımız ise Butler’ı Michael Foucault ile olan fikir ayrılıklarından hatırlayacaktır. Kadınlık ve feminist kuramla ilgili kafalardaki tabuları yıkan bir biliminsanı olarak bilinen Butler ile Ankara Üniversitesi’nde vereceği konferans öncesinde konuşma fırsatımız oldu.

Feminizmi ‘erkek düşmanlığı’ olarak görmenin bir hata olduğunu söyleyen Butler, feminizmin asıl meselesinin kadının sömürülmesini engellemek olduğunu dile getiriyor. Butler, kadınların erkeklere oranla eşitsizliklere maruz kalmada daha açık olduğunu belirtirken mevcut eşitsizlikleri tanımlamak için kullanılan toplumsal cinsiyet kategorilerinin de bir daha gözden geçirilmesi gerektiğini ifade ediyor ve ekliyor: “çünkü bu kategoriler kendi içlerinde bir baskı ve düzenleme türü olarak işliyor. Bu yüzden, biz kim kadın ya da kim erkek diye sorduğumuzda, bazen kendilerini farklı kategorilerde tanımlayan ya da tanımlama arzusu olan insanları dışlamış oluyoruz”.

KATEGORİLER, KENDİ İÇİNDE BASKI UNSURU TAŞIR

Feminizmi nasıl tanımlıyorsunuz? Feminizm erkek karşıtlığı anlamına mı geliyor?
Her şeyden önce, şunu belirtmek gerekiyor ki feminizm erkek karşıtlığı anlamına gelmiyor. Bu şekilde tanımlanması bir hata. Feminizmin birincil ve en önemli dayanak noktası kadınların ezilmesine ve sömürülmesine karşı olmaktır. Feminizm bu anlamda çok önemli bir meseledir, çünkü kadınlar erkeklere göre yoksulluğa ve eğitimsizliğe daha çok maruz kalıyorlar. Kadınların eşitsizlikten daha çok çektikleri, buna daha çok maruz kaldıkları bir dünyada yaşıyoruz ve kadınlar siyasi yaşamda yeterince temsil edilmiyorlar. Bu yüzden feminizmin bu kısmı hâlâ geçerli ve çok önemli.

Ancak ben şöyle düşünüyorum, aklımızdan çıkarmamalıyız ki sürüp giden mevcut eşitsizlikleri tanımlamak içi kullandığımız toplumsal cinsiyet kategorilerini de, aynı oranda eleştirmek zorundayız, çünkü bu kategoriler kendi içlerinde bir baskı ve düzenleme türü olarak işliyor.Bu yüzden, biz kim kadın ya da kim erkek diye sorduğumuzda, bazen kendilerini farklı kategorilerde tanımlayan ya da tanımlama arzusu olan insanları dışlamış oluyoruz ya da herkesi erkek ya da kadın olarak düşündüğümüzde bu iki kategoride olmayan ya da her ikisini de kendinde barındıran insanları dışlıyoruz.

Çoğu feminist toplumsal cinsiyet ile biyolojik cinsiyet arasında bir ayrım ortaya koyuyor ve biyolojik cinsiyeti önceden verili, a priori bir durummuş gibi kabullenerek, asıl eşitsizliğin toplumsal cinsiyet rollerinden kaynaklandığını savunuyor. Siz “Cinsiyet Belası” kitabınızda bu ayrıma karşı çıkıyorsunuz. Neden?
Bu konu üzerine kafa yoran tek insan ben değilim. Tabii ki, biçimsel ve fiziksel olarak kadın ve erkek arasında çok bariz farklılıklar var. Ancak biçimden ne anladığımız ve biçimi nasıl anladığımız zaman içinde değişikliklere uğradı. Bilim tarihinde birincil cinsel özellikleri nasıl anlamamız gerektiğine dair çok fazla tartışma var. Bundan dolayı, cinsiyet hakkında konuştuğumuzda, cinsiyetin ne olduğunu biliriz ve bazı varsayımlarda bulunuruz.

Mesela onların anatomileri üzerine bazı varsayımlarda bulunuruz, anatomilerinin uygun şekli hakkında varsayımda bulunuruz, ve en sonunda bizim anatomi algımızı onların toplumsal fonksiyonlarının ne olması gerektiğine  ya da beklentilerinin ne olabileceğine bağlayan varsayımlarda bulunuruz. Bundan ötürü, bana öyle geliyor ki biz hâlâ cinsiyeti kültürden ve toplumsal yorumlanışından kopuk olarak değerlendirmeye devam ediyoruz ve hatta bilim tarihi de bu durumu destekliyor ne yazık ki.
MUHAFAZAKÂR VE SAYGILI OLUNABİLİR

Şimdi de biraz homofobi hakkında konuşalım isterseniz. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf eşcinselliğin bir hastalık olduğunu söylemişti.

Evet, onu tanıyorum ve söylediklerini okudum.

Ve kendisini muhafazakâr bir insan olarak, bu şekilde düşünmemde bir yanlışlık yok diye savunmuştu. Açıkça yaptığı bu homofobik açıklamayı muhafazakârlığına bağlamıştı. Sizce, muhafazakârlık homofobiyi meşru kılmak için yeterli bir araç mı?
Hayır tabii ki. Eşitlik ilkelerine sıkı sıkıya bağlı muhafazakâr insanlar var. Bütün insanlar için adaleti savunan ve bir şeyi yargılamadan önce onun hakkında her şeyin bilinmesi gerektiğini düşünen muhafazakârlar var. Bu yüzden siz muhafazakâr, liberal ya da radikal olabilirsiniz, ama sizin bu görüşleriniz insanların cinsel tercihlerini seçme haklarına saygılı olmamanızı gerektirmez. Sanırım onun bundan haberi yok.
Burada önemli olan soru şu, onun açıklamaları bir bilgiye dayanıyor mu dayanmıyor mu? Diğer nokta ise, Kavaf konuştuğunda sadece bir birey olarak mı konuşuyor yoksa hükümetin bir bakanı olarak mı konuşuyor? Hükümetin bir bakanı olarak konuşuyorsa şayet, hükümetin eşcinsellik hakkındaki resmi görüşünü dile getiriyor demektir. Ve bu da devletin eşcinsellere karşı ayrımcılık uyguladığının ve bunu yapmasının da doğru olduğunu düşündüğünün açık göstergesidir.

Homofobiyi incelemenin çok önemli ve ilginç olduğunu düşünüyorum ve Kültür Bakanlığı’nın okullardaki ve kamusal alandaki homofobinin araştırılması için fonlar sağlaması gerekiyor. Özel olarak Türkiye’ye, daha genelde Akdeniz bölgesine ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki değişik homofobi işaretlerine bakmak ve ortaklıkları açığa çıkarmak önemli. Belki de, insanlara saygı duymanız için, ki muhafazakâr olsanız da insanlara saygı duyabilirsiniz ve onların haklarının tanınmasını savunabilirsiniz, radikal olmanıza gerek yok. Cinsel yönelimleri farklı olan insanlara olan saygının ve güvenin artırılması demek, eşitliğin ve adaletin genişlemesi anlamına geliyor.

Homofobinin resmi devlet görüşü olarak açıklandığı bir ülkede homofobi üzerine konuşmak size neler hissettiriyor?
Resmi görüş olarak açıklayıp açıklamadığı çok açık değil. Ancak bir Birleşmiş Milletler üyesi bir ülke olarak Türkiye, insanların kendi cinsel kimliklerini belirleyebilme haklarını koruyan, kollayan antlaşmaları uygulamak zorunda.

MARKSİST YAPILAR İLE YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER UZLAŞTIRILMALI

Ortodoks Marksistler yeni toplumsal hareketleri Marksizmi yeniden tasarlamak ve ekonomik özünü göz ardı ederek, meseleyi sadece kültürel boyuta indirgemekle suçluyorlar. Siz Ortodoks Marksizmin yeni toplumsal hareketlere eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Feminizm 19. yüzyıldan beri sınıf ve emek meseleleri ile uğraşıyor. Dolayısıyla bu eleştiriler haklı değil. Sosyalist Feminizm Engels’in aile üzerine söylediklerinden beri sol siyasetin önemli bir parçası. Bence burada vurgulanması gereken önemli noktalardan biri şu ki, yeni toplumsal hareketler ırkçılıkla, homofobiyle ve süregiden sömürgecilikle mücadele etrafında örgütleniyorlar ve her gruptan insanın katılımını sağlıyorlar. Kapitalizme karşı örgütlenen gençlik hareketleri, Marksist olmanın yerine, anarşist bir nitelik taşıyor. Radikal bir siyasetin, kapitalist yapılara karşı ve tamamen kapitalizmden kaynaklanmayan baskılara karşı insanları örgütlenmeye iten şeylerin ne olduğunu sorgulaması gerekli ve bunların sorgulanmasına, analiz edilmesine ihtiyacımız var. Güçlü Marksist yapıları, yeni toplumsal hareketleri, sömürgecilik karşıtı, homofobi ve ırkçılık karşıtı yapıları birleştirecek güçlü koalisyonlar oluşturmanın yollarını aramak zorundayız. Bunlardan bir tanesini alıp diğerlerinde ayırmak olmaz.

Evet, çok fazla anlaşmazlıklar var. Ama yine de, bence anlaşmazlık noktalarına rağmen yaşayan bir koalisyonun, anlaşmazlık noktaları olan ölü bir koalisyondan farkı, yaşayan koalisyonun bu antlaşmazlıkları sürdürebilecek yolları yaratabilmesidir.

Kişisel bir merakla soruyorum, Michael Foucault hakkında ne düşünüyorsunuz? Foucault’u sever misiniz?
Elbette onu severim. Foucault olmasaydı ben de olmazdım. Bazen fikirlerine katılıyorum bazen de katılmıyorum. Fakat şunu belirtmeliyim ki Foucault benim ortaya çıkmamda önemli bir figürdür, çünkü bana nasıl düşünmem gerektiğini öğretmiştir.

Peki Louis Althusser?
Althusser çok zeki bir adam. Devlet iktidarını anlamak için Althusser’in ortaya attığı seslenme,çağırma (interpellation) kavramı çok önemli bir temel oluşturuyor ve bazı durumlarda ideolojinin kişilere nasıl özne olarak seslendiğini bize anlatıyor. Polis güçlerini nereye oturtmamız gerektiği hakkında da Althusser bize ışık tutuyor. Polisin Homofobi’yi yeniden üretmesindeki ya da engellememesini onun sayesinde çok net anlayabiliyoruz. Althusser, polis ve transseksüeller arasındaki ilişkiyi anlamak ve analiz etmek bakımından önemli. Eminim Türkiye için de aynı şey geçerlidir. Daha sonradan farklı bir yöne sapmış olsa da Althusser ve teorisinin devleti anlamak açısından önemli olduğuna inanıyorum.

Röportajın Birinci bölümü
İkinci bölümü için:
http://www.kaosgl.org/icerik/milliyetci_saldirganlikla_kendini_savunmak_farkli_seyler
Queer Teori nedir?
Queer Theory (kimileri Türkçede terso kuramı diyor), 1990’lar başında LGBT ve feminist çalışmaları alanında ortaya çıkan, cinsiyet kategorilerinin yeniden değerlendirilip sarsıldığı eleştirel bir teori. Metinlerin “queer” yorumlarına dayalı bu teori, büyük ölçüde Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nin etkilerini taşır. Feminizmin, cinsiyeti kişinin özüne ait bir unsur kabul eden düşüncelere karşı geliştirdiği mücadelesinden ve LBGT çalışmalarının cinsel kimliklerdeki toplumsal yapıya dair incelemelerinden destek alıp yararlanır. Gey ve lezbiyen çalışmaları eşcinsel yönelime atfedilen “doğal” ve “yapay” ayrımına odaklanırken, queer theory ise hem “normal” hem de “anormal” kategorilerinde değerlendirilecek her türlü cinsel aktiviteyi odağına alır.
 
Fotoğraf: Burak Karacan

Etiketler: medya
nefret