12/09/2011 | Yazar: Remzi Altunpolat

Gettolaşma tartışmalarının başını alıp yürüdüğü şu günlerde, Kaos GL’nin yıllar önceki bir kapağında veciz biçimde ifade edildiği gibi ‘Eşcinsel gettolar değil ‘kent’in tamamını istiyoruz!’ sloganını yeniden dillendirmenin tam zamandır diyoruz. Sadece LGBT’ler için değil ama… Herkes için.

Gettolaşma tartışmalarının başını alıp yürüdüğü şu günlerde, Kaos GL’nin yıllar önceki bir kapağında veciz biçimde ifade edildiği gibi “Eşcinsel gettolar değil “kent”in tamamını istiyoruz!” sloganını yeniden dillendirmenin tam zamandır diyoruz. Sadece LGBT’ler için değil ama… Herkes için.

 
Mekânın, daha spesifik düzlemde ise kentin, toplumsal süreçlerden ve beşeri pratiklerden bağımsız ele alınamayacak bir olgu olması, onun cinsiyet ve cinsel kimlikler temelinde yeniden düşünülmesini ve tanımlanmasını zorunlu kılar. Hâkim toplumsal cinsiyet rejiminin yön verdiği cinsiyet rollerinin yeniden üretiminde mekânsal/kentsel ayrışmalar ve mekânla/kentle ilişkiler temel bir öneme sahiptir. Diğer taraftan mekân/kent sadece toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ve bu temelde cinsel kimliklerin yapılandırılmasına hizmet etmekle kalmaz, aynı zamanda söz konusu ilişkiler/kimlikler tarafından belirlenir. Bu çerçevede Kaos GL’nin elinizde tuttuğunuz sayısında mekânın/kentin, toplumsal cinsiyet rejiminin ve cinsel kimliklerin birbirlerini nasıl şekillendirdiklerini -bir başka deyişle mekân ile cinsiyet hallerinin ilişkiselliğini- bütünlüklü bir perspektiften ortaya koymaya çalıştık.  Dosyamızdaki yazılar, farklı cinsel kimliklerin mekânla ilişkilerindeki fiziksel, simgesel sosyo-ekonomik ve siyasal özgüllükleri tanımlamayı; toplumsal cinsiyet asimetrisinin, mekânsal ve iletişimsel toplumsallaşmada, kent mekânlarının kullanımında, sahip olunan mekânsal kolaylıklar ve fırsatların yanı sıra karşılaşılan sorunlar ile güçlüklerde, mekân politikası bağlamındaki ihtiyaç ve taleplerde kendini nasıl gösterdiğini tartışmayı amaçlayan yazılar. Hâkim cinsiyet rejiminin ikincilleştirdiği, yok saydığı ve görünmez kıldığı kadınların ve başta LGBT’ler olmak üzere farklı cinsel kimliklerin mücadele zemini olarak mekânın/kentin nasıl dönüştürülebileceği, ne türden karşılaşmalarla dayanışma pratikleri ve birbirimize kudret verdiğimiz kamusallıklar inşa edebileceğimizi masaya yatırıyoruz bu sayıda.
 
Alp Biricik, “Politik Kamusal Alanda İki İleri Bir Geri Yürümek” başlıklı yazısında, bizleri kentsel gündelik hayatımızdaki militarizasyona bakmaya davet ediyor. İlk kez yapıldığı 1993 tarihinden 2010 yılına kadar İstanbul LGBT Onur Haftası ve benzer etkinliklerde devletin çeşitli birimleriyle ve kolluk kuvvetleriyle sık sık sorun yaşamış LGBT hareketinin son iki yıldaki Onur Yürüyüşleri’nde polis tarafından açıkça engellenmemiş olmasının ve öncekilere kıyasla kamuoyunda daha çok ses getirmesinin, cinsiyet ve cinsel kimlik politikalarının kamusal görünürlüğünü güçlendirerek karşıt bir kamusallığı inşa etmekle birlikte iktidarın bahse konu görünmezliği ve sessizliğinin politik kamusal alan tartışmaları içinde nasıl bir dönüşüme işaret ettiği sorusunu gündeme getiriyor. Trafiği ihlal ettikleri gerekçesiyle trans bireylere ceza kesen ve eşcinselliği bir hastalık olarak gören devletin güvenlik güçleri, nasıl ve neden sanki bir anda ortadan kaybolmuştur?
 
Levent Şentürk, “Kentsel (F)aktörler” yazısında, cinselliği olmayan bir mekândan söz açmanın mümkün olmadığı perspektifinden hareketle, kentlerde erilliği üreten kaynakların tespitine yöneliyor. Bu noktadan hareketle incelmiş orta sınıf ahlâkını temsil eden heteronormativite ve ataerkinin birbirini beslediğine vurgu yapıyor. Diğer yandan çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede eşcinselliği muhafazakâr çerçeveden, dinsel ve ulusal değerler sistematiği içerisinden algılamak yerine gündelik kent hayatının bir parçası olarak görmenin hayli zor olduğunu, bu bağlamda eşcinselliğin de bütün öteki kültürel katmanlar gibi olağan hatta son derece sıradan olduğunu kabul edebilecek kültürel çoğulculuğa ve metropolitan aldırışsızlığa ihtiyacımız olduğunu belirtiyor.
 
Ayten Alkan, LGBT hareketini kadın hareketinden farklı kılan bir hususiyet olarak, LGBT’lerin bir yandan anayasal yurttaşlığa ilişkin talepleri dillendirirken, diğer yandan mekânsal dışlanmaya karşı, mekânlar edinip koruma ve mekân dolayımıyla güç kazanma mücadelelerini sürdürdüklerinin altını çizdiği “Cinsel Kimlik ve Şehir Üzerine “Yerli” Çalışmaların Kısacık Bir Dökümü” başlıklı yazısında, Türkiye’de henüz pek de derinleşilmemiş cinsel kimlikler ve kent/mekân ilişkisi üzerine yapılmış çalışmaların bir özetini sunuyor.
 
Hande Öğüt, “Lesvos, Gomore, Herland, Lesbian Land” yazısında, lezbiyenlere dair edebiyat tarihinde Sappho’dan ve Kadim Yunan’dan başlayarak Gomore kentine ve Amazon ülkesine ve oradan günümüzün lezbiyen-feminist yapıtlarına uzanan bir gezintiye çıkarıyor. Lezbiyen-feminist romanlarda lezbiyen kahramanların heteroseksüel dünyaya uyum sağlamak yerine yeni bir ülkede, yeni bir mekânda toplumu yeniden düzenlemek, çoğu kez de yeni kuralları olan bir topluluk oluşturmayı seçerek kendi lezbiyen yaşamlarını/dünyalarını yarattıklarını söylüyor.
 
Ayça Kurtoğlu, “Kentli Olmak veya Kent Hakkı” yazısında, ilk kez Henri Lefebvre tarafından formüle edilmiş, kenti kullanma/temellük etme ve her düzeydeki karara katılma üzerinden tanımlanan “kent hakkı” kavramı üzerine yoğunlaşıyor. Kent hakkının, kentli olmak anlayışından da, birey üzerinden tanımlanan ve vatandaşlığın temeli sayılan sosyal, medenî ve siyasal haklardan da oldukça farklı olduğunu; kent hakkının bireyin sahip olduğu bir hak değil, norm dışında kalan grupların, norm olan gruplardan farklılığının tanınması ve bu farklılık dolayısıyla kente temellük etmelerini sağlayan bir hak olduğunu ifade ediyor. Feminist çalışmaların vurgusuyla bugün Lefebvre’nin ilk kavramsallaştırmasında adı geçmeyen kadınların da etnik/ırksal, göçmen ve işçi gruplarıyla birlikte kent hakkı çalışmalarının ayrılmaz toplumsal grubu haline geldiğini ancak LGBT’lerin hala farklılıkların ve toplumsal çelişkilerin ana ekseni olarak görülüp, niteliksel dönüşümü yaratacak toplumsal özne kategorisine vazgeçilmez şekilde girememiş olmaları nedeniyle kent hakkı çalışmalarında sıklıkla referans verilen bir toplumsal grup olmadığını söylüyor.
 
Doğu Durgun, “Performatif Bedenler, Mekânlar ve Erkeklikler” adlı yazısında İstanbul örneğinde stilize edilen bedenler, söylem, cinsel pratikler, içleme/dışlama pratikleri ve erkeklerle cinsel ilişkiye giren erkekler arasındaki ilişkisellik üzerinden perform edilen farklı eşcinsel erkeklikleri odağına alıyor. Söz konusu öznelliklerin, sınıf, etnisite ve cinsiyet dinamikleri/toplumsal cinsiyet ile nasıl iç içe geçtiğini gözler önüne sermeye çalışıyor.
 
Özge Karlık, Adanın En Uzak Ucunda” başlıklı yazısında Türk Edebiyatının en önde gelen isimlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın biyografisine ve hep farz edilen cinsel yönelimine, bugün müze haline getirilmiş evinin odağında heteronormatif şablonların kolaycılığına düşmeden ışık tutmaya çalışıyor. Yazarın neden evlenmediğine dair üretilen mazeretleri dinlemeyip de evi görmeye giden dikkatli ziyaretçi/okuyucu/yazarın gözünden kaçmayacak bir sevgi ilişkisinin- Hüseyin Rahmi ile yıllarca aynı evi paylaştığı Hulusi Bey arasında- hissedilebileceğini vurguluyor.
 
Funda Şenol Cantek, “Behzat Ç. ve Ankara’nın Mağrur Yenilgisi” yazısında, son yılların en popüler TV dizilerinden biri olan “Behzat Ç.” üzerinden Ankara-İstanbul hattında hegemonik erkeklik, cinsiyet ve kente dair bir okuma yapıyor. Örgütlü suça, derin devlete tek başına kafa tutan ve artık kaybedecek bir şeyi olmadığı için delice cesareti olan Behzat Ç.’nin, kavruk Ankara’nın göz kamaştırıcı İstanbul’a karşı geçici zaferi ve mağrur yenilgisi olarak da okunabileceğini ifade ediyor. Dizide, Behzat Ç. ve ekibi nasıl Ankara’nın halet-i ruhiyesini bedeninde taşıyorsa, Ankara da İstanbul’a kafa tutan, karşı tarafın kazandığını kabul etmekle birlikte kendi haklılığından şüphe duymayan bir zihniyetin mekânı olarak karşımıza çıktığının altını çiziyor.
 
Burak Acıl, “Eril Bir Sokak Sanatı: Grafiti” yazısında, kamusallığı işaretleyen sokakta vuku bulan Grafiti sanatının genelde erkekler tarafından icra edilen bir sanat olması sorunsalına projektör tutuyor. İllegalliğinden dolayı geceleri gerçekleşiyor olması, geceleri sokakların kadına/kadınsı olana yönelik tacize ya da tecavüze daha büyük oranda kapı aralaması, bünyesinde barındırdığı yarışmacı kültür ve bitmeyen ve yeniden üretilmesi gereken saygı beklentisi ile Grafiti sanatının eril bir sanat olarak karşımızda durduğunu söylüyor.
 
Dosyamızın son bölümünde Umut Güner, Seçin Varol, Yeşim Başaran, Burcu Ersoy, Yasemin Öz ve Gülistan Aydoğdu deneyimlerinden ve kişisel tarihlerinden yola çıkarak bir mekânda, bir kentte, bir ülkede cinsiyetler/cinsel kimlikler asimetrisinin nasıl tezahür ettiğini serimliyorlar.
 
Ayrıca dosyamızda Atalay Göçer’in İstanbul Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı ile “Neoliberalizmin Günahkârları, Kentsel Dönüşüm, Başka Bir Sürgün!” başlığı altında gerçekleştirdiği röportaj yer alıyor. Göçer ve Yapıcı, Beyoğlu’nda kentsel dönüşüm çerçevesinde tarihi binaların hızla yenilenmesi ve daha kaliteli bir yaşam adına, neoliberalizmin günahkârları addedilen yoksullar, Romanlar, zorunlu göç mağduru Kürtler, seks işçileri ve transseksüellerin yerlerinden edilme süreçleri ve buna karşı mücadele pratiklerine dair nirengi noktalarını ortaya koyan koyu bir sohbet gerçekleştiriyorlar.
 
Gettolaşma tartışmalarının başını alıp yürüdüğü şu günlerde, Kaos GL’nin yıllar önceki bir kapağında veciz biçimde ifade edildiği gibi “Eşcinsel gettolar değil “kent”in tamamını istiyoruz!” sloganını yeniden dillendirmenin tam zamandır diyoruz. Sadece LGBT’ler için değil ama… Herkes için.

Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam