21/03/2014 | Yazar: Hüner Aydın

Çocuk resim yaparken dahi müdahaleyi elden bırakmayan, sınırları ‘gerçeklik’ safsatası altında çizen ebeveyn, cinsel kimlik miymiş neymiş küçücük çocuğa nasıl bıraksın!

"Kahramanlarından birinin, otoparktan bir türlü çıkamayan bir otomobilin içindeyken, arkadaşına ‘Şimdi kuşlar bizi nasıl görüyordur dersin Al?’ diye sorduğu, ikimizin de baş tacı ettiği filmi, ‘Eşcinselliğin sınırlarında dolaşan bir dostluğun hikâyesi’ biçiminde yorumlayan sinema eleştirmeni beyefendi, ikimizin sonunda, en sonunda, haritada bir nokta olduğunu görse ne derdi acaba? Bizim bu âşık hallerimize, on yedi yıl boyunca hayatımızı birbirimizi daha fazla görecek şekilde düzenleyişimize ne derdi? Eşcinselliğin kordon boyunda dolaştığımızı mı söylerdi? O güzel filme ilişkin berbat tanımlamanın canımı sıkan tarafı şu: Sınır var mı? İlişkiler için gerçekten bir sınır var mı? Varsa da ikinci sınıf sinema eleştirmenlerinin göremeyeceği bir sınır bu. İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil, kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi                                       sınırlarına değer. Benim bildiğim tek sınır bu."
 
Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Barış Bıçakçı        
(Bahsi geçen film: Birdy, Alan Parker, 1984)
 
Sınıflandırmaların ve sınırlandırmaların gölgesinden bahsederek başlamak istedim; çünkü cinsel eğitim konusu bile tek tip, sınıflar ve sınırlar içinde.
 
Haluk Yavuzer, Çocuk Psikolojisi kitabında “Cinsel eğitim konusunda anne ve babaların yanlış tutumları arasında, çocuklarını olmasını istedikleri cinsiyet doğrultusunda yönlendirmeleri sayılabilir. Bize başvuran vakalar arasında erkek çocuğuna kız adı koyan, ona ruj sürüp jüpon giydirerek dans ettiren, 17 yaşına kadar onu dizleri arasında yıkayan, “uzun saç sana çok yakışıyor” diyerek saçlarını kestirmeyen, “erkek arkadaşlarınla top oynayıp terleyeceğine, kız arkadaşlarınla ip atla” diyen anne örneklerine rastlanmıştır.” diyor. Bu açıklamanın ardından insan ister istemez karşıt bir örnek de bekliyor; yok. Bir PDR lisans öğrencisi olarak yılların profesörü Haluk Yavuzer’i eleştirmek veya eksiğini görmek için yeterli donanıma sahip olmadığım düşünülebilir. Ama buradaki koca eksiği fark etmek için profesör olmaya gerek olmadığının bilincindeyim. Kafamı kurcalayan şey şu: Cinsel gelişim cinsel kimliği, toplumsal cinsiyeti, toplumsal cinsiyet rollerini de kapsıyor (Referans olarak Hacettepe Üniversitesi’ni gösterebilirim, hiç değilse biz hocalarımızdan cinsel gelişimin yalnızca biyolojik süreçleri kapsamadığını, içinde bunların var olduğunu öğreniyoruz). Peki neden “erkek adam ağlar mı ulan”lardan, “kız gibi kıvırma oğlum”lardan, “karı gibi çiğneme şu sakızı”lardan bahsedilmiyor? Üstelik çocuğun kendi cinsel kimliğini kendisinin keşfetmesine, rollerini kendisine kendisinin biçmesine izin vermeyen ebeveynleri eleştirirken bile tek tipçiliğin elden bırakılmadığını görüyoruz. Tek tipçilik yerine iki tipçilik mi demeliyim? İki tip: “kadın gibi” kadın / “erkek gibi” erkek. Bunların dışında bir ihtimal “sapkınlık”! Şunu da eklemeliyim, çocuk resim yaparken dahi müdahaleyi elden bırakmayan, sınırları “gerçeklik” safsatası altında çizen ebeveyn, cinsel kimlik miymiş neymiş küçücük çocuğa nasıl bıraksın!
 
!f Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde izleme fırsatı bulduğumuz Kıvırcık Saç (Pelo Malo) filmindeki gibi bir ebeveyn, neden “Çocuk Psikolojisi” kapsamında bir örnek olarak ele alınmıyor? “Kız gibi” davranan oğlundan nefret etmeye başlayan, gittikçe soğuyan ve hatta ondan iğrenen annenin çocuğun psikolojisi üzerindeki etkisinden neden bahsetmiyoruz? Ebeveynlere yol gösterirken, rehberlik ederken bunları neden es geçiyoruz? Ebeveynler çocuğun cinsel eğitimi konusunda eğitilmeli diyen herkesin öncelikle bu cinsel eğitimin, alışılagelmiş militarist eğitim çerçevesinde verilmemesi gerektiğini de savunuyor olması gerek.
 
Kıvırcık Saç filminde –yazının buradan sonrası bolca spoiler içerir- oğlunun saçlarını düzleştirmek, dans etmek, şarkı söylemek istemesinde ortalama uzunluğu biraz aşan omurgasının, kalçasında yarattığı küçük bir çıkıntıyı dahi suçlu bulan bir anne izledik. Anne, çocuğundaki farklılığın, diğer erkekler gibi olmamasının dehşetine kapılmış; inatla oğlunu gösterdiği doktora bir anormallik olduğu konusunda diretiyor; bir hastalık, rahatsızlık olduğu konusunda kendisiyle hemfikir olmasını bekliyordu. Halbuki korkulacak bir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar* Anne, laylon erkekliğin gazabından kurtulmuş oğlundan nefret ederken bir kez daha içimizden geçen bir başka şey de içgüdü denilen şeyin hayvanlara has olduğuydu. Laylon erkeklik! Bir adamla, oğlu erkekler ne yapar anlasın ana fikriyle oğlunun izleyebileceği bir biçimde yatmak bir tür öçtü belki de. Toplumsal cinsiyet rollerini öğrenememiş bir çocuğa, neticede, nefret müstehak, öyle değil mi? Ve nefrete sebep yine çocuğun kendisiyse –ki öyle!- ondan öç almak, onu allem edip kallem edip düzeltmek de hak!
 
Öyle mi?
Değil! demeyecek mi birisi?
-Değil!
 
*Turgut Uyar, Geyikli Gece 

Etiketler: insan hakları, eğitim
İstihdam