14/09/2011 | Yazar: Yıldırım Türker

Genç arkadaşlarıma anlatmak istediklerim var. Bugün, lanetli bir yıldönümü. Mutsuzluğumuzun uzun hikâyesine buradan başlayabiliriz.

Bu yazıyı 12 Eylül dönemine tanık olmaya yaşı yetmeyenler okusun isterim. Genç arkadaşlarıma anlatmak istediklerim var.
Bugün, lanetli bir yıldönümü. Mutsuzluğumuzun uzun hikâyesine buradan başlayabiliriz.
Daha önce de mutlu değildik. Ama hevesimiz vardı. Mutluluktan çok hevese yazılırdık zaten. Şimdiki kadar sakar, şimdiki kadar umutluyduk. Ama o zamanlar umut diyegeldiğimiz, neredeyse bütün insanlığı kucaklayan bir rüyaydı. Güzeldi. Aşka benzer bir yanı vardı. Dünyanın tanımı farklıydı o zamanlar. Henüz koparılıp alınmamıştı bizden. Sanki dünya elimizin altındaydı da biz onu okşadıkça yepyeni bir dünya dönecekti aşkımızdan. O zamanlar kimse kimseyi romantik olmakla suçlamazdı. Sizin kadar genç, sizin kadar uyanıktık. Ne sizden az, ne sizden fazlaydık. Sadece sanki daha sık bakardık birbirimizin gözlerine. Bir de sanki şimdi sizin sıkıldığınız kadar sıkılmazdık. Dünyayla aşık dalaşına girmiştik ya.
Şimdi neredeyse bir şakaymış gibi anılıyor ana-babalarının yaşadığı o korkunç dönem.
Bir sabah, şimdi Marmaris’te yaşayan, Yener Süsoy’un ‘Alaşehirli afacan’ dediği, büyük medyamızın sevimli bir dede olarak yansıttığı Kenan Evren’in nefret dolu gevrek sesini duyduktan sonra kuruldu sizi okşamayı bilmeyen bu dünya. Şimdi mütekait paşa, “Artık 12 Eylül 1980’i unutmalıyız” diyor ya, siz unutuşun gölgesine doğdunuz zaten. Ana-babalarınızın, büyüklerinizin işkencecileri, katilleri yargılanmadığı gibi kendilerine yönelik saygıda kusur edenler hâlâ hedefte. Cunta paşası 25 yıl sonra çıkıp “Unutulacaaaak! Unut!” komutu verebiliyor. Belki de dünyadaki meslektaşlarının başına gelenler onu kaygılandırmaya başladı.
 
Gökçe Fidan 
Bu lanetli yıldönümünde 12 Eylül’ün ilk kurbanlarından birini, ‘Gökçe Fidan’ı, Erdal Eren’i analım istiyorum. Erdal, siyasi inançları kuvvetli bir lise öğrencisidir. ODTÜ’lü Sinan Sümer, duvarlara slogan yazarken dönemin MHP’li bakanı Cengiz Gökçek’in koruması tarafından vurularak öldürülür. 2 Şubat 1980 günü, ölümünü protesto etmek için toplanan 2 bin kişi arasında Erdal da vardır. Gösterinin sonuna doğru silahlı bir inzibat timiyle göstericiler arasında çıkan çatışmada bir inzibat askeri vurularak ölür. Yakalanan Erdal’ın yanında silah olduğu için cinayet onun üstüne kalır. Oysa otopsi raporunda da askerin Erdal’ın bulunduğu tarafa koşarken sırtından vurulduğu belirlenmiştir. Ankara Merkez Komutanlığı’na götürülen Erdal şiddetli işkenceden geçirilir. Daha sonra, “Orada gördüklerimi emniyette bile görmedim” diyecektir. Sonra Mamak Askeri Hapishanesi’nde bir hücreye konulur. İdamla yargılanmaktadır. Mamak, vahşetin üslerindendir. Kullanılan işkence yöntemlerinin yaratıcılığı insanı derinden sarsar. Erdal, duruşmada, “Benim hakkımda peşin bir yargılama yapıldığı son derece açıktır. Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genelkurmay Başkanı’nın ‘Çoktandır idam olmuyor, bazı kişilerin idam edilmesi gerek’ şeklinde demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size de bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkça dışa vurulmasıdır” der.
Söz konusu Genelkurmay Başkanı, Kenan Evren’dir. Bir gazeteciyle yaptığı söyleşide, “Parlamentodan şimdiye kadar bir tek idam çıkmadı ki.. Davalar yavaş gidiyor, görevliler korkuyor, parlamento gecikiyor” demiştir. Askeri Erdal’ın öldürdüğü iddiası çok zayıftır, deliller yetersizdir. En önemlisi, Erdal, suç işlendiği tarihte henüz 17 yaşındadır. Erdal doğduğunda babası 1962 yılının mart ayında doğmuş olan oğlunu okula erken gidebilmesi için 6 ay büyük yazdırmış. Nereden bilsin, olacakları.
 
Besleyelim mi? 
Yargıtay 3. Dairesi idam kararını ‘yeterli delil olmadığı’ gerekçesiyle iki kere üst üste bozar. Sonunda 20 Kasım günü toplanan Askeri Yargıtay Genel Kurulu, 3. Daire’nin ısrar kararını kaldırarak Sıkıyönetim Mahkemesi’nin Erdal’ın idamına ilişkin kararını onar. Bir tatbikat sırasında kendisine Erdal’ın idamı hakkında soru sorulduğunda Kenan Evren, şanlı tarihimize yazılan o ünlü cümleyi sarf edecektir: “Asmayalım da besleyelim mi?” 12 Eylül’ün ruhunu daha iyi açıklayan bir cümle bulamazsınız. Mahkeme Erdal’ı öldürülecek kadar yetişkin bulmuştur bir kere. Erdal’ın dış görünümü ve tahsil durumuna bakarak yaş durumunun tespitine ilişkin talebi reddeder.
Erdal’ın duruşmalarda kendisine işkence yapıldığını belirtmesi de mahkeme başkanı tarafından “Bunların dava ile ilgisi yoktur” sözleriyle karşılanır.
Şimdi bize sanki biraz yorgun, biraz küs ama hülyalı gözlerle siyah-beyaz fotoğraflardan bakan çocuk, kısacık ömrünün son günlerini zulüm altında ruhunu karartmamaya çalışarak geçirdi. Bir gün onu almaya geldiler. Ceketini giyerken bir asker yardım etmek istedi. Erdal, “Kendim giyerim” dedi. Kelepçe vurulmasını istemedi sadece. Son isteğini sordular. Sigara, dedi. Ailesine yazmış olduğu mektupları iç çamaşırının içinden çıkardı: “Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile” diyordu. Kız kardeşine, “Seni biraz kızdırdığımı yazıyorsun. Fena mı? Havalar iyice soğudu ama kızarsan üşümezsin. Ben burada üşüyünce (kızamadığım için) ‘koşar adım’ ‘marş marş’ eğitim yapıyorum” yazıyordu. Babasına, “Mektubunda bu acıya dayanamayacağını söylüyorsun. Ben nice dayanılmayacak acılara dayanıldığına tanık oldum. Kaldı ki sen güçlü bir insansın. Kendini kapıp koyvermediğin sürece ve biraz da benim bakış açımla bakmaya çalışırsan böyle bir şey olmaz inancındayım” yazmıştı son mektubunda. Babası, dayanamadı. Oğlunun ince narin boynuna ilmeğin geçirilişinden sonra bir yıl içinde öldü. Anası Erdal’ı hâlâ rüyalarında 17 yaşındaki haliyle görüyor.
Zamanının geldiğine karar verildikçe yapılan kimi anketlerde ordumuz milletin en güvendiği kurum çıkar. Şimdiye dek mutlaka farkına varmışsınızdır. Dilimizi gerçekten öğrenmek için her sözcüğün sırtında nasıl bir yükü olduğunu anlayacak kadar yaşamak gerek. En güvenilir demek, en korkulur anlamına geliyor. Maalesef henüz güven konağımızı korkudan uzak yere inşa edebilmiş değiliz. Bu görev de size düşüyor. Hayatımızın duvarlarını yıkabilmek için korkularımızla değil, vicdanımızla bakabilmeyi öğrenmeliyiz. Belki 12 Eylül’den geçmiş olanların ömrü vefa etmez bu cuntanın ve işbirlikçilerinin yargılandığını görmeye. Ama siz de unutmayın. Unutturmayın. Suskunluk ve bunaklık üstüne kurulacak bir barışın sahte olduğunu bir an olsun aklınızdan çıkarmayın. Unutmayalım. Erdal, bize bakıyor hâlâ. (Bu yazı 12 Eylül 2008’de yayımlanmıştı.)

Etiketler:
İstihdam