30/10/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Aile, bir kazadır.  Bu kazadan kırık çıkıksız, ölümcül yaralar almadan çıkmaya çalışmakla geçer bir ömür.

Aile, bir kazadır. 
Bu kazadan kırık çıkıksız, ölümcül yaralar almadan çıkmaya çalışmakla geçer bir ömür.
Hayal gücünün, farklı dünya tasavvurları oluşturabilmenin yolu, aile kimliği içinde tıkanır. Ömür boyu insanı sürüye katmaya, sürüde tutmaya yönelik bir örgütlenmedir sonuçta. Dünyaya karşı zırhlı; gücüne uygun oranda hayat riskleri almayı öğreten, her şeyden ve herkesten önce korunması gereken kimlik.
Dışında kalana hayatı zehreden bir yapı.
Resmi hayat ehliyeti.
Toplumun büyük sarsıntılardan geçtiği, iktidarın zaaflarıyla soluksuz kaldığı dönemlerde mutlaka aile, ailenin kutsallığı konusu bir şekilde gündeme gelir. Hepimiz, öncelikle büyük bir ailenin birlik beraberlik diye çırpınan üyeleri olarak aile kurumunu yeterince koruyamadığımız, çocuklarımıza sahip çıkamadığımız için yoğun bir suçluluk duygusuna davet ediliriz.
Topluca, büyük bir şeytan çıkarma ayini yaşar gibi, toplumun çekirdeği olan ailenin tehdit altında olduğundan; ana babaların çocuklarına sahip çıkmadıkları; onları anlayış, sevgi ve denetimleriyle kucaklamadıkları için münferit felaket tablolarıyla tembih edildiğimizden yakınmaya başlarız. Herkes ailesine sarılırsa hayat bize yeniden gülümseyecek, sanki tepemize çöreklenen zulüm kalkıp başka dünyalara gidecektir. Aile kurumunu ıslah etmek için devlet, önlem ve önerileriyle boğazımıza çöker. Beceremediği her şey için bizi suçlar. Herkes kendi kapısının önünü temizlese bu memleket pırıl pırıl olacaktır mantığıyla herkesin kendi ailesine ve toplumun aile değerlerine sahip çıkması gerektiği başlara kakılır. Aile değerleri başlığı altında topluma dayatılanlar, küçük bir devlet ve tebaası modelinin yaşatılmasından ibarettir. Her aile kendini denetleyen, kendi ticaret yapısını ayakta tutabilen, hizaya sokan ve hizada duran bir birim olmak zorundadır. Rolleri sorgulanamayacak kadar derin bir tarihle belirlenmiş olan bireylerin kazasız belasız, sorun çıkarmadan bir arada duracakları bir çatı altı. Kayıtlı, denetlenebilir; mülkiyetin kazasız belasız el değiştirmesi konusunda en güvenilir model. Dünya evi. Kutsal aile.

Evlerin vitrini
Devletin sınırlarını çizdiği, dayattığı siyaset alanını tanımlayan ‘birlik ve beraberlik’ manzumesi de aile modelinin bütün ideolojik dayatmalarına sahip elbet.
“Kol kırılır, yen içinde kalır”ın orta sınıf aile öğretisinin ana şiarı olduğunu biliriz.
Evlerin vitrini vardır. Görücüye hazırlanmış salonlarda üslubuyla yaşamak. Ele güne rezil olmadan, komşuların diline düşmeden itişmek. Kapıcıya fark ettirmeden yaşanan kaçamaklar. Küçüklü büyüklü sırlar.
Dolayısıyla mafia ahlakının kutsal anahtarı olan ‘aile’ kelimesini, bir suçortaklığının parolası olarak düşünmek mümkün: Omerta.
Seren Yüce’nin ilk filmi “Çoğunluk”, öncelikle Türk sinema tarihinin en dolaysız konuşan, en karanlık filmi.
Benzersiz başarısı, filmini bir kutsal klişeler resmi geçidi kılarken tam da ‘aynadaki gibi’, ancak sinemanın becerebileceği sihirli bir dünya kurabilmesinde. Seyirciyi bir an olsun şaşırtmadan, bir tek repliği yadırgamasına izin vermeden, onun bir kez olsun başını okşamadan, onu bir kez olsun şamarlamadan derin mi derin, harlı mı harlı bir cehennemde ağırlayabilmesinde.
Yüce’nin sinemasını daha şimdiden farklı kılan, kanımca seyirciyi bildiğiyle ürkütmesi. Seyirci, çok iyi bildiği eşyaların, çok iyi bildiği repliklerin, çok iyi bildiği sıkıntının kucağında gevşeyemeden gizli kamera görüntülerinin kirli şantajıyla karşılaşmışçasına uğursuz bir uğultuyla ürperiyor. Özdeşlik kurmaktan geçtim, kimseye ısınabilmek mümkün değil. Seyretmekte olduğumuz, Yüce’nin gözü tarafından mahremiyeti ihlal edilerek yakalanmış kurbanların hikâyesi. Ama... yoksa benim annem mi şu kadın? Bu adam babamı nereden tanıyor? Eşya aynı yerden yaralı... Çoğunluk ense kökümüzde. Ayna yüzümüze tükürüyor.
 
Hayatı incittikçe
Orta sınıfın her türlü zulmün ‘küçük hisseli uzak ortağı’ olan en sıradan, en ortalama, biraz karta kaçmış insan tomurcuğu, hayatı incittikçe babasına tutunmayı öğreniyor.
Finaldeki erkekliğe geçiş kutlamasında yine de Cumhuriyet bayramlarını hatırlatan bir burukluk var.
Cohen bir şarkısında, “Bir çatlağı vardır her şeyin/ İşte, ışık da oradan içeri sızar” diyor ya, örtük saldırganlığına inat adı ‘Çoğunluk’ olan bu filmin yarattığı cehennemde en ufak bir çatlak yok.
‘Çoğunluk’, bu topraklar üstüne en umutsuz resmi çiziyor. Vicdan bile sadece bir kez, o da rüya arasında ziyaret ediyor.
Ama Cohen haklı, yine de. Bu toplumun zehirli çekirdeğiyle böyle cesur ve tavizsiz yüzleşmeyi başaran, aynı zamanda sinema dili üzerine de önerisi olan genç bir sanatçının karşımıza çıkıvermesi... İşte çatlak bu. Işık, Seren’in kamerasından sızıyor içeri.

Çoğunluk ya!
“Seren Yüce’nin ilk filmi ‘Çoğunluk’, Türk sinema tarihinin en dolaysız konuşan, en karanlık filmi. Yüce’nin sinemasını farklı kılan, seyirciyi bildiğiyle ürkütmesi.” 
 

Etiketler: kültür sanat
nefret