06/04/2010 | Yazar: Deniz İlgin

İçimizde bir ayıp yaşıyor. Bir ayıp yaşatıyoruz. Yediden yetmişe içimize kodlanmış öyle bir ayıp ki, hiç birimiz bu ayıbın farkında dahi değiliz.

İçimizde bir ayıp yaşıyor. Bir ayıp yaşatıyoruz. Yediden yetmişe içimize kodlanmış öyle bir ayıp ki, hiç birimiz bu ayıbın farkında dahi değiliz. Bakmayın ayıp dediğime ayıbın daniskası kötülük bunun adı, hatta faşizm bunun adı. Gülüyoruz ya gülmek iyi, peki neye, niçin gülüyoruz? Ne önemi var ki gülmek yetmez mi bir başına mutlu olmaya. Muhakkak yeter, yeter ama güldüğünüz şeyi incittiğiniz için mi yeter yoksa zaten incinmiş ne fark eder diye düşündüğümüz için mi.? Saklamaya çalıştıkça ağzımızdan köpürerek kabaran, karnımız taşlaşırcasına attığımız kahkahaların masum olduğunu hiç sanmıyorum. Hele ki mevzu üstüne beton dökülen bir dilse.
 
 Mevzu doğudan zuhur ediyor yine. Varalım elimizde ilkyardım çantasıyla, acil eylem planlarıyla çok geçmeden bir hal bulalım bu duruma. Dedim ya mevzu doğudan zuhur ediyor bir defa gülmemek olmaz. Peki sıkıntımız, meramımız nedir? Benim ki belli. Akort tutmaz gırtlağın güldürü namına(iş bu sanat değildir) televizyon ekranlarında sahnelenmesi. Beni gıdıklayansa BKM Mutfak oyuncularının sahnelediği ‘Çok Güzel Hareketler Bunlar’.
 
İnsanlar eşittir, bazıları daha eşittir. Bu içi dışına, dışı içine göçmüş aforizma söyleneli nice oldu. Naçizane değineyim istedim. En nihayetinde sahnede (Çok güzel hareketler bunlar) söylenenler kadar gerçek. Şimdi bu iki gerçeği, eşitlik ve sahneyi birleştirirsek içimizdeki ayıbın arz talep eğrisini de çizmiş oluruz. Sahne, kolay değil hani pat diye oraya düşmek. Arıya taş çıkarırcasına çalışmak lazım gelir evvela. Yiyip içtiğini tam çıkarmak gerekir. Dahası trajediyi okumak, bilmek gerekir. Eşitlik; Ülkenin bozkır olduğu yıllarda plajlar yeni yeni görücüye çıkmışken, kumsallarda ıslak beyaz iç çamaşırlarıyla gruplar halinde(kim bilir bu durum belki de güvende bulunma ruhiyatıdır) seyir edip seyreden baldırı çıplaklar ne demeye kumlara uzanmış daha eşit olana ‘merxaba’(Kürtçede gırtlak sesi olarak beliren “x” Türkçede “h” e dönüşür.) dediler sanki. Kulaktan kulağa gelen bu söylence şimdilerde rica usulünce toplu seanslara dönüştü. Sonuç mu? Hep birlikte gülelim ama bazılarımız ağlasın.  
 
Dişine takılıp kalan heceyi kara kıllı parmaklarıyla söküp atan, beceremezse çiğneyip suyunu tüküren üstüne bir de rahmet okuyup amin diyen (hep birlikte amin) şu kıllı zevatın yaptıklarına ne demeli? Ya da oturduğu yerden aman ülke bölündü desturuyla fırlayan bir dil sevici çıkıp da sen ne yapıyorsun, güzelim Türkçemizi ne hale getirdin utanmaz derse ne olacak?(böylesi, zuhur ettiren ağız için daha kötü olur ya hani) ‘Ama bunlar çok güzel hareketler bey abi’ mi diyecek? Ekran karşısında diyen var mıdır? Bilmem benim ki kurmaca, uydurmaca, bol keseden sallamaca. Yine de ihtimal sıfır olmaz bu ülkede. 
 
Doğudan zuhur eden sözcüklere ne yazık değil mi? Zavallı sözcük neler çekiyor şu zalimin ağzında. Dalgaların dövdüğü küçük yelkenli gibi dövülüp duruyor o karanlık dehlizde. Ne hal olur çıkarsa bu sözcük ağızdan? Bir solukluk duralım şimdi, duralım da iyice bir nefes çekelim, bu haz alma seansına bir de isim verelim ‘kıro’ diye. Hayır, bu sözcük batıdan zuhur etti (kıro).  
Diyelim sözcük takıldı çıkmak nedir bilmez benamus, gevelenir ne yapılsa da olmaz ısıtılır sevilir ama yok illa ki güldürtecek sahibine ‘kıro’ diye. Hal bu ya ne diyeceğiz kendimize? ‘Bir türlü başaramadım’ diye üzülecek mi kahramanımız? Yoksa ‘lanet olsun ne kendi dillerini öğrettiler ne de izin verdiler kendi dilimizi öğrenelim’  mi diyecek? Bir gülmece unsuru olarak pazarlanan kırık dökük bir zorunluluk değil mi dile damağa yapışıp da gırtlakta bir türlü sesini bulamayan sözcükler? Bütün bunlar sahnede yürüyüp giderken, belki kör güzümüze ışık kaçar da, ‘nasıl olur?’ diye doğrulup içimize gömdükleri gülmeceden önce, incittiklerimizi düşünürüz. Hangisi size daha uygunsa başım gözüm üstüne (bu ifadeyi samimi bulurum, bu yüzden severim).
 
Komşuda pişen, bize düşer:
Bütün bunlar hadi komşuya gidelim ne olsa zuhur ettiği yer belli, damağımız kuruyup dilimiz yarılana kadar, suyumuz çekilip dişlerimiz çatlayana kadar güleriz diye mizah yazanların, bir fırsattır aman kaçırmayalım şu gemiyi anlayışı ile tutturdukları cesur didaktiği sahnede boy göstereli çok oluyor, çok. Gören bir çift göz yeter mi bilmem şöyle külyutmaz bir cumhuriyet arkeologu olmaya, ama plajdaki ıslak beyaz donlu insanlar hiç yoktan çıkmadılar ortaya.
Güya mizahın güldürüp düşündüren bir etkinlik olduğunu öğreten halk sahnesi külliyatı, boy boy kalkan parmaklar arasından seçilen şanslı (yoksa şanssız mı denmeli) izleyiciye mikrofonu verirken, güldün bre hadi düşün şimdi, zaten bi bok anladığınız yok bari benim didaktiğinden yararlanın misali çok güzel hareketler yaparken, orta sıralardan bir el kalksa devlet dersinde öldürülmüş bir dilde; hey, siz neye gülüyorsunuz ayı mı oynatıyoruz? Dese (feragat eden zaten etmiş bulunduğundan) orta yerde kaba saba, iri yarı, bir tek “ayı” kalır değil mi? Peki izleyici hala izleyici olur mu?(hala gülüyorlarsa cevabımız evet)   
 
O halde, İzleyicisini gülmekten kırıp, biçip, üzüp geçiren gençliğin yeni kaygısı halk sahnesi tutturduğu didaktiğiyle, bir halkı mı yargılıyor, ne?
 
Yazıldı mı? çizildi mi? Bilmiyorum, ama ne okudum ne de işittim şöyle oylumlu bir eleştiriyi. Sokakta, evde, okulda meramı “çok güzel hareketler” olanlara, hadi hep birlikte ele ele vererek bu işi birlikte kotaralım, bu insanlara konuşmayı hep birlikte, dil kardeşliği kurarak, ellerimiz yağlı göbeklerimizin üstünde gülmekten çatlayarak öğretelim, olmazsa bir bıyık bırakırız altından veririz tempoyu diyorum. Bu da benim beyanımdır, yalın beyandır. İçimizdeki ayıba gelince epeydir orda, en kanlı canlı yere oturmuş arsızca gıdıklamakta bizi.
 


Etiketler: medya
İstihdam