27/04/2016 | Yazar: Elif Benan Tüfekçi

Teşhir onun edebi bir tavrıydı. Bedenini göstererek aştığı yasaklar vardı. Kendi olabilme biçimi buydu.

“İşte o anda tam bir kadın olmak için gizlice hasret çekiyordum...” Colette

Colette’in bir yazar olarak yazdıkları ve kahramanlarıyla bizi nasıl bir dünyaya sürüklediği malum. Peki ya Paris sahnelerinde kendinden söz ettiren, yeteneğini ispatlamış, skandallar kraliçesi Colette’i ne kadar tanıyoruz? Colette’in sahne hayatındaki en büyük skandallardan biri, 3 Ocak 1907 akşamı Moulin Rouge’da yaşandı. Yaşananlar Colette’in, sınır dışı edileceğine dair korku duymasına neden olmuştu. O akşam, Moulin Rouge tamamen doluydu. Her gün sahnelenen şova, ek bir program daha konmuştu. Bu bir pantomim gösterisiydi ve adı “Mısır Rüyası”ydı. Sahne alacak kişilerden biri Colette, diğer ise “Yssim” adında oldukça gizemli biriydi. Perde açıldığında, Paris sosyetesi tarafından yadırganacak bir şey yoktu. Mavi takım giymiş bir arkeolog, kitaplarının içine gömülmüş, bir formül aramaktaydı. Önünde ise antik dünyadan kalma, sargı bezleriyle sarılı bir mumya vardı. Mumyanın sargıları açılınca metal sütyeni ve şeffaf eteği ile bir kadın ortaya çıktı. Bununla birlikte seyircide homurdanlamalar başladı. Ama asıl olaya henüz gelinmemişti. Bu çıplağa yakın kadın efendisinin ayakları dibine kapandı ve oldukça etkileyici bir Mısır dansı yapmaya başladı. Parisli seyirciler son zamanlarda doğuya özgü dansları sahnede görmeye alışmıştı. Lakin bilim adamı mumyayı dudaklarından ateşli bir biçimde öpünce kıyamet koptu. Sahneye sarımsak demetleri, kibrit kutuları ve izmaritler atılmaya başlandı. En önde oturan aristokrat kadınlar koltuk minderlerini sahneye fırlattılar. Seyircinin yuhalaması, kırk kişilik orkestranın sesini duyulmaz hale getirmişti. Seyirciler “seviciler kahrolsun” diye bağırıyorlardı. Paris Polis Şefi devreye girdi ve oyunu orada yasakladı. Bunun üzerine tiyatro boşaltıldı. Bu olay basınında büyük ilgisini çekti. Olup biten onlara göre, “cüretkarlık gösterisi”ydi. Ve olay “Moulin Rouge Skandalı” olarak tarihte yerini aldı.

Peki bu kopan kıyametin sebebi neydi? Basit bir öpücük için bu kadar tepki vermeye gerek var mıydı? Parislilerin bu öpücüğe tepki vermesinin nedeni iki kadının öpüşüyor olmasıydı. Sahnede lezbiyen bir aşk vardı ve seyirciler bunu uygun bulmadılar. Bu tepkilerin diğer bir nedeni ise diğer kadının oldukça soylu bir aileden geliyor olmasıydı. Belbeuf Markizi’nin hem lezbiyen olması hem de sahneye çıkması o dönemin Paris’i için tam bir skandaldı.

Aslında iki aşığı ilk kez görmüyorlardı. Bir iki hafta önce, Rejane Tiyatrosu’nun açılışına beraber gelmişlerdi. Üstelik locasında oturdukları kişi, kadın aşıkları ile ün salmış Liane de Pougy’ydi.

Peki bu skandal, Colette için bir ilk miydi? Elbette hayır! Onun hayatı böyle muzip olaylarla doluydu. Colette, oldukça özgür bir ailede yetişmiş ve çocukluğundan beri toplumsal kurallara aykırı davranan biriydi.

Colette’in hayatında en etkili isim annesiydi. Annesi Sido, alışılmış anne modellerinden oldukça farklıydı. Sido yaşadığı topluma göre sıra dışı bir kadındı. Hayatının merkezi her zaman kendisiydi. Hiçbir zaman bir erkeğin ardında kalmadı. Kızına verdiği öğütler arasında kesinlikle sevdiği bir erkekle evlenmemesi vardı. Çünkü bir kadın böyle bir durumda dizginleri kaybedebilirdi. Erkeklere karşı belli bir düşmanlık besleyen Sido, her zaman kadınların yanındaydı. Erkeklerle asla eşit olunmadığını, her zaman kadınların üstün olduğunu söylerdi.

Colette ailesi her zaman sanata meraklı oldu. Ailenin bütün üyeleri kitap okumayı severdi. Çocukların ellerinden kitaplar düşmezdi. Yedi yaşındaki çocuklar, çocuk kitapları yerine Victor Hugo ve Balzac okuyorlardı. Ailede herkes mutlaka bir enstrüman çalardı. Çocuklar hiçbir kural veya yasakla kısıtlanmadan özgürce yaşıyorlardı.

Colette, ne kadar kitaplara düşkün olursa olsun, bir yazar değil, fahişe olmayı düşlüyordu. Gazetelerde haberleri yer alan Parisli fahişelerin hayatlarına hayran kalıyordu. Daha sonra bu kişileri romanlarının kahramanları haline getirecekti. Artık on sekiz yaşına gelmişti. Oldukça meraklı, yetenekli ve güzel bir kadındı. Ayaklarına kadar uzanan örgülü saçları ve muzip bakışlarıyla ilgiyi hemen üzerine çekiyordu. Ve bu esnada bir adam dikkatini çekti. Bu kişi, yazılarını dergilerden takip ettiği Williy’ydi. Colette’ten on dört yaş büyük olan bu adamın şöhreti pek iyi değildi. Genellikle kendisine ”skandal taciri ya da çağın kokuşmuşu” gibi lakaplar takılıyordu. Colette ise sırılsıklam aşık olmuştu. Bir akşam Willy’ye metresi olabilmek için yalvardı. Willy ise daha büyük oynadı ve Colette’e evlenme teklifi etti.

İki yıl birbirlerinden ayrı kaldıkları bir nişanlılık dönemi geçirdiler. Colette yirmi bir yaşına bastığında ise evlendiler. Evlilik töreni büyüklüğü ile değil ama skandalıyla ses getirdi. İkili evlenmeden birkaç gün önce, “zaten metres hayatı yaşanıyordu” diye bir haber çıktı. Bu tip haberlere alışık olan Willy ise haberi çıkaran editörünü düelloya davet etti. Editörünü karnından yaralayan Willy, gelinin ismini onore ettiğini düşünüyordu.

Aşık olduğu adamla evlenen Colette ise ertesi gün şöyle yazdı: “Ertesi günü, o geceyle aramda binlerce fersah mesafe, uçurumlar, geri dönüşümü olmayan başkalaşımlar olmuştu. ”Colette bu evlilik sayesinde Paris çevrelerine girdi ve bu dünyayı tanıdı. Sık sık konserlere ve felsefi salon toplantılarına gidiyordu. Marcel Proust ve Claude Debussy ile mektuplaşmaya başladı. Pek çok yazarla irtibat kurduktan sonra, 1896’da kendi Pazar Salonu’nu başlattı.

Fakat Colette kocasının yanındaki halinden memnun değildi. Anılarında bu dönemde, kocasının peşinde dolaşan bir kadın olduğundan söz eder. Bunun yanı sıra yalnız ve canı sıkkın olduğunu söyler. Ona bu hissi verenler arasında basın da vardır. Çünkü sık sık Colette’in Willy karşısında boyun eğdiği tablolar ve karikatürler yapılmıştır.

Bu olaylı evliliğin ilk yılında ise tatsız bir gelişme oldu. Colette aldatıldığını öğrendi. Willy’yi yakalayan Colette, bir süre hastalandı. Daha çok sinir krizleri geçiriyordu. Sıcak banyolar, doktorlar ve karanlık odalar içerisinde üç ay geçirdi. Bu süre, Sido’nun yanına gelmesiyle sona erdi. Çabuk toparlanmasında başka bir kadının daha etkisi vardı. Bu kişi Charlotte’tu. Charlotte bitki çayları ve erotik oyuncaklar satıyordu. Colette’in bu kadınla birlikteliği, cinsel hayatında kendini bulmasını sağladı.

1901 yılında ise gerçek anlamda lezbiyen aşkı tanıdı. Mayıs ayında, Amerikalı bir kadınla ilişki yaşamaya başladı. Georgie Raoul-Duval, Colette’in büyülenmesine neden oldu. Willy iki kadının ilişkilerini rahatça yaşamasını sağladı. Onlara gözlerden uzak bir ev kiraladı. Ama evin anahtarı kendinde de vardı. Ve kısa süre içerisinde bu ilişkiye dahil oldu. Colette aşık olduğu kadın ve kocası arasındaki yakınlaşmayı öğrenince tekrar sinir krizleri geçirmeye başladı. Fakat yine de Willy ile iletişimi kesmemişti. Beraber kitaplar yayınladılar ve pek çok yerde beraber görülmeye devam ettiler. Lakin artık kendini yenilemek isteyen bir Colette vardı. Sahnede olmak istiyordu ve bunun için çalışmalar yapmaya başladı.

Değişimin ilk işareti saçlarda kendini gösterdi. Colette ayak bileklerine kadar uzanan saçlarını kestirdi. Yerini çift cinsiyetli diye adlandırılan kısacık saçlar aldı. Oldukça modern bir görünümü olan Colette vardı artık. Sadece edebiyatla değil, bedeniyle de ilgilenmeye başlamıştı. Colette’in tek bir hedefi vardı: bir daha edilgen kalmamak!

Willy ile evlilikleri onuncu senesindeydi. Fakat artık açık ilişki yaşamaya başladılar. Colette’in evde, kendi dostlarını ve aşıklarını ağırladığı küçük bir odası vardı. Bu oda jimnastik salonu gibiydi. Colette her gün çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonrada mim dersleri almaya başladı.

Colette artık amatörcede olsa sahneye çıkmaya başlamıştı. Sahne aldığı yerler daha çok edebiyat toplantıları oluyordu. Fakat bu edebiyat toplantılarını, “edebiyat ve şampanya ile kendinden geçen genç kadınların, birbirlerinin kollarında çılgınca dans ettiği toplantılar”olarak tanımlayanlar da vardı. Otuz üç yaşına geldiğinde ise müzikholde çalışmaya başlamıştı. Willy ile evliliğiyse artık profesyonel bir ilişki biçiminde devam ediyordu.

Hem aşkı hem de huzuru yine bir kadında buldu. Missy diye bilinen bu kadın (Sophie Mathilde Adele de Morny), Moulin Rouge Skandalı’na beraber imza attığı kişiydi. Kendisinden on yaş büyüktü. Annesiyle gergin biçimde geçen çocukluğun üzerine, zorla Belbeuf Markizi’yle evlendirilmişti. Altı yıl evli kaldıktan sonra, yollarını ayırmaya karar verdiler. Missy, Belle Epoque’da erkek kıyafetleriyle dolaşmasıyla tanınmış, ünlü bir lezbiyendi. Saçlarını kısa kestiriyor ve erkek gibi hareket ediyordu.

1805 yılında çıkarılan Napolyon Yasası’nda eşcinsellerin cezalandırılmasına dair bir yasa yoktu. Bu yüzden, 20. yüzyılın başlarında Paris lezbiyenlerin evi konumundaydı. Yine de halkın içinde erkek kıyafetleri giyinmek ve ilişkileri ulu orta yaşamak yasaktı.

Colette ve Missy 1906 yılında beraber yaşamaya başladılar. 1907 yılında yayınlanan “Beyaz Gece” adlı öyküsünde, Missy için“içimdeki sinirlilik, öfke ve endişe şeytanlarını benden uzaklaştırıyor, verdiği tensel haz beni rahatlatıyordu”diyordu. Yıllar sonra yazdığı cinsel dönüşüm incelemesi “The Pure and the Impure”da lezbiyen aşkı açıkladı:“İki kadının bağlarını geliştiren asla tutku değil, daha çok benzerlik duygusudur… Bir kadın, sırlarını bildiği bir bedeni okşamaktan zevk alır, onun tercihleri hakkında kendi bedeninden ipuçları alır. ”

Missy ile dengeli ilişkisi hayatında bir denge oluşmasını sağladı. Daha özgüvenli ve daha cesaretli bir Colette vardı. Sahneye attığı ilk adımı da oldukça iddialı oldu. Colette tiyatronun sığınağı olduğunu söylüyordu. Tiyatro için modern manastır diyordu. Burası, kendini yeniden yaratmasını sağlıyordu. Sahnede olduğunda hissettiklerini “yalnızca sahnedeyken gerçekten yalnız, insanlardan uzak ve güvende olduğum ve bütün dünyaya karşı ışıktan bir barikatla korunduğum gibi tuhaf bir duyguya kapıldım. ”Sahne deneyiminden öğrendikleri, zamanla romanlarında işleyeceği konuların da bir parçası haline geldi.

Colette artık bir profesyoneldi. Önemli gösterilerde yer almaya başlamıştı. Artık turneye çıkıyordu. Willy ise menajerliğini ve prodüktörlüğünü yapıyordu. Ayrıca reklamlarla onu destekliyordu. Paris Royal Tiyatrosu ve Olympia Müzikholü en çok sahne aldığı yerler arasındaydı. Her oyunda istisnasız bir şekilde dikkatleri üzerinde topluyordu. Sebebi ise bir kadınla öpüşmesi ya da çıplaklığı oluyordu. Brüksel turnesinde kıyafetinin altına çamaşır giymesi istendiğinde çok sinirlendi. O, canının istediğini yapmak istiyordu. Teşhir onun edebi bir tavrıydı. Bedenini göstererek aştığı yasaklar vardı. Kendi olabilme biçimi buydu.

Moulin Rouge’da korktuğu olmadı. Ülke dışına çıkarılmadığı gibi, ücreti yükseldi. Bundan yedi ay sonra, yeni bir oyunla yeni bir skandala imza atacaktı. “La Chair” adlı oyunda çıplaklık ve mim bir araydı. Oyun konu itibariyle de kadın çıplaklığının gücünü anlatıyordu. Daha prova esnasında tartışmaya neden oldu. Yırtılan bir elbise tasarlanmıştı. Fakat yönetmen bunu yeteri kadar açık bulmadı. Colette’in bir göğsü açık olmalıydı. Colette de istenileni yaptı. Dönemin kadın oyuncuları onu yerden yere vurdular. Erkek seyirciler ise oyunu büyük bir coşkuyla izliyordu. Colette’in aldığı yorumlar daha çok göğsünün açılışı üzerineydi. Fakat ciddi eleştirmenler yaptığı iş hakkında yorumda bulunuyorlardı.comoedia İllustré’de yazan Louis Delluc, “bence mim sanatçılarının en gerçek ve orijinal olanı Colette’tir… ‘La Chair’… Hayat boyu yaptığı bütün çalışmalarını bu isimle anmak isteyecektir… Duruşları ve pozlarıyla tam bir entelektüel kadın… Sonra yukarı kaldırdığı göğsünü açıyor… İnsan bütün bunlarda açıklanması imkansız ve çok saf bir şeyler olduğunu hissediyor. ”diye yazacaktı.

Sahne hayatı ön plana çıkmış gibi bir izlenim olsa da edebiyatla arasına bir mesafe koymadı. 1910 yılında basılan The Vagabond, çevrelerce çok beğenildi. Goncourt ödüllerinde ise üç oy almayı başardı.

Colette yavaş yavaş sahnelerden uzaklaşmaya başladığındaysa daha sakin bir hayatı tercih etti. Para kazanmak için pek çok alanda çalışmalar yaptı. Romanlar yazdığı gibi, makale ve tiyatro eleştirileri yazıyordu. 1932 yılında ise Paris’te bir güzellik merkezi açtı. Buranın reklam metinlerini de kendisi yazıyordu. 63 yaşına geldiğinde ise hayranları için sahneye çıkma kararı aldı. Bu dört ay boyunca sürecekti ve Burgonya şarkıları söyleyecekti.

İkinci Dünya Savaşı’nda Paris’i terk etmedi. İşgalci Almanların denetlediği yayınlara yazılar yazdıve bu yüzden düşmanın yanında olmakla suçlandı. Bu dönemde, “Colette, Burgonya ve Gobels” diye bir yazı yayımlandı. Oysa savaş mağdurları arasında Colette de vardı. Sahneyi bıraktıktan sonra aşık olup evlendiği Goudeket, Nazi kampına götürülmüştü. Colette’e bir teklifte bulunuldu. “Dostlarını ele ver, bu sayede kocan iyi muamele görsün” dendi. O ise bunu reddetti. “Yaşamanın tek koşulu buysa ölmeyi tercih ederiz” dedi.

1954 senesi geldiğinde ise Colette seksen bir yaşındaydı. Yıllardır artrit hastası olan Colette artık hastalığa yenik düştü. Ve ölümüne kadar sadece skandal değil, pek çok eser bıraktı. Elliden fazla romanı vardı, Büyük Haç Onur Madalyası almıştı ve Goncourt Akademisi’nin başkanı olmuştu. Vefat ettiğinde ise Fransa devleti tarafından törenle gömülen ilk kadın oldu. Böylece ulusal değer ilan edildi. Ölürken yine topluma göre aykırı bir istekte bulunmadan edemedi ve dinsel tören istemedi. Colette veda ederken pek çok alanda birer tını bırakarak gitti.

*Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin 146. sayısında yayınlandı.


Etiketler: kültür sanat
nefret