11/08/2009 | Yazar: Selçuk Candansayar

Dağların olduğu her coğrafyada insanlar onları kutsamışlar. Çıkınca, zirvelere yaklaşınca anlıyor insan neden kutsandığını. Bir dağın eteklerindeyseniz, ona sırtınızı dönemiyorsunuz.

Dağların olduğu her coğrafyada insanlar onları kutsamışlar. Çıkınca, zirvelere yaklaşınca anlıyor insan neden kutsandığını. Bir dağın eteklerindeyseniz, ona sırtınızı dönemiyorsunuz. Dağ, mıknatıs gibi çekmeye başlıyor, ona doğru yürümek, tırmanmak, onun yamaçlarında kaybolmak istiyorsunuz.

Dağın görkemi, insanoğlunu hep vurmuş, yakalamış, kendisine bağlamış. Bir tutsaklık belki ama gönüllüce, aşkla bağlayan, sarıp sarmalayan.

Musa dağda almış ilk vahyi, İsa dağda dönmüş havarilerine, Muhammed de Cebrail ile dağda buluşmuş. Nörobilim araştırmacıları yüksek irtifa koşullarının insanların bilişsel işlevlerini değiştirdiğini buluyorlar araştırmalarında. Özellikle 4.000 m’den daha yüksek irtifalara çıkıldığında insanların zihinsel işlevleri değişim gösteriyor. Bellek etkileniyor en çok. Geçmişsiz ve geleceksiz bir şimdiye takılıyor bellek. Daha da yüksek irtifalara çıkan dağcıların çok sayıda ‘hayalet’ hikâyeleri biliniyor. Sesler duyma, parlak ışıklar görme, arkasından gelen birinin varlığını hissetme ya da önünde yürüyüp rehberlik eden bir karaltı görme hikâyeleri az değil. Dönüşte yolunu kaybeden bir dağcıya rehberlik ederek sağsalim aşağıya indiren karaltıdan söz eden çok deneyimli dağcılar var.

Bugün bu hikâyelerin birer efsane uydurma olmadığı biliniyor. Beynimizin yan ve şakak loblarının birleştiği bölge bir tür konumlandırma işlevi görüyor. Dış dünyadan gelen zaman, mekân, pozisyonla ilgili tüm duyusal veri bu bölgede birleştiriliyor ve kişi o anda nerede ve ne pozisyonda olduğunu anlıyor. Ayakta mı, oturmuş mu, sağına ya da soluna mı dönmüş durumda, elleri kolları hangi açıyla bükülü ve o anki hareketinin tüm aşamaları sürekli işleniyor. Bu işleme sürecinin büyük bölümü dikkat alanımızın dışında gerçekleşiyor.

Beynimizin bu işlevini sanki bizden birkaç metre yüksekte duran bir kameranın sürekli bizi görüntüleyerek, veriyi beyne aktarmasına benzetebiliriz. Yüksek irtifa koşullarında bulunan kişilerde ortaya çıkabilen bir diğer belirtinin de bu işlevle ilgili olduğu düşünülüyor. Bu belirti, beden dışı yaşantı olarak adlandırılıyor. Kişi sanki ruhunun bedeninden ayrıldığını ve yükselerek, bedenini dışarıdan ve yukardan seyrettiği hissine kapılıyor. Bu belirti toplumda sağlıklı bireylerde yaklaşık yüzde 10 oranında, en az bir kez görülebiliyor. Yüksek irtifa koşullarında ise sıklığı artabiliyor.

Beden dışı yaşantı, ne olduğunu bilmeyen biri için çok korkutucu ya da çok spritüel bir hadise olarak değerlendirilebiliyor. Astral seyahatler, ruhun bedenden uzaklaşması vb gibi şarlatanlıkların kaynağında bu işlev ve belirtinin yattığı söylenebilir.

Dağlar beden dışı yaşantıya her zaman neden olmasa bile insanın kendisine dışarıdan bakmasını sağlıyor. Ama bu bakış oturup hayatını gözden geçirmek, muhasebe yapmak gibi değil. Zaten bellekteki değişim ve şimdiye takılı kalma hali buna izin de vermiyor.

Şimdi, şu anda ben ne yapıyorum, yaptığım beni ne hale getiriyor ve ben ne yapabilirim sorularıyla yüzleşmeyi sağlıyor dağlar. Bir tırmanma, zirveye ulaşma, öne geçme, başarma çabasına takılıp kalanlar dağlarda arkadaş olunacak kişiler değiller. Dağlar hem kendi varlığının ayırtına varma hem de yanındakinin varlığını bilme, tanıma; ona elini uzatma, ritmini onunla uyumlandırma, dayanışma duygu ve düşüncelerini geliştiriyor. Bu özelliklere sahip olmayanları ne dağlar seviyor ne de birlikte dağa çıktıklarıyla bütünleşebiliyorlar.

Dağlar insanın hem bibaşınalığının hem de bir bütünün parçası olabilme gizilgücünün ortaya çıktığı coğrafyalar.http://www.birgun.net/i/pix.gif


Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam