07/02/2011 | Yazar: Yıldırım Türker

Artık açıkça konuşmanın zamanıdır. Yaşayageldiğimiz cehennemin bütün katlarında yankılanan, yeni bir hayat çağrısıdır.

Artık açıkça konuşmanın zamanıdır. Yaşayageldiğimiz cehennemin bütün katlarında yankılanan, yeni bir hayat çağrısıdır.

Kürtlerin Diyarbakır’da düzenlemiş olduğu çalıştayın sonucunda sunulan demokratik özerklik çağrısı, kimi demokrat çevrelerin sandığı gibi aşırılıkçı bir hamle, münasebetsiz bir çıkıntılık değildir.

Çoktandır sızılı bir kördüğüm olan hayatımızın yepyeni bir yerinden tutulup ele alınmasıdır. Dolayısıyla son derece kutlu bir gelişmedir.

Memleketin her bölgesi için önerildiği açıkça belirtilmiş olan adem-i merkeziyetçi yapının sağdan soldan bütün devletçi zevatta müthiş bir huzursuzluk yarattığını görmek şaşırtıcı değil elbet. Onlar ağızlarının kenarında ‘ben dememiş miydim?’ kıvrımıyla gülümseyerek buyuruyorlar: Kürtler sonunda ağızlarındaki baklayı çıkardılar. İşte kendi devletlerini kurmak istiyorlar!

Bu devlet meselesinin en kışkırtıcı coşku-korku kaynağı olduğunu biliriz. Uygarlığı devletle ölçen karanlık bakış, ‘tarihlerinde devlet kurmuşlukları yok’ ibaresiyle bir halkın uygarlık konusunda hiç adım atmamışlığını vurgulamaya bayılır. Eski antropolojik metinlerin çoğunun yaklaşımını Crispin Sartwell şöyle özetliyordu: “Bir devlete kapılanmış her halk ipso facto uygardır.”

Kürtlerin de onca beter özelliklerinin yanı sıra devlet geleneği olmayan bir halk olarak küçük görülmesi, reşit olarak algılanamaması Türk siyasetinin yegane meşruiyet alanının çerçevesini oluşturur. 

Kürtler, AKP ve CHP
Devlet kurma gibi bir talebi dillendiren yok. Aksine.
Yine de bu ebedi ergenler, bu uygarlıktan nasibini almamış güruh, yüce Türk devletinin (kaçıncıydı, unuttum) yetki ve iktidar alanını sorguluyorlar işte.

AKP iktidarı, Kürt siyasi hareketlerinin köküne zemzem suyu döküp ‘bölgede’ hızla örgütlenmek çabasında. Kürtlere, Allah’ın izniyle sizi en iyi ben korur, size en iyi ben bakarım, diyor. CHP’nin de Kürt sorunu üstüne geliştirdiği müphem bir ekonomik kalkındırma dışında bir görüşü varsa ben bilmiyorum.

Kürtlere yönelik bu ‘muhafazacılık’ yaklaşımı, statükonun bekası için elzem. Korumak da üstünde güç uygulamaktır çünkü.

Kürtleri ekonomik durumlarını düzelterek, fabrikalar açıp iş alanları yaratarak bize benzetmekten geçtiği sanılıyor durumun çözümü.

Öldürerek beceremedik. Şimdi kalkındırarak, aç karınlarını doyurarak belki... Neden olmasın?
Şimdi demokratik özerklik tartışmamız gerekirken ‘başkanlık sistemi’ni tartıyor olmamız da açıkça gösteriyor ki AKP demokratikleşme, iktidar ve yetki alanlarını paylaşma, yerel yönetimleri güçlendirme gibi bir derde sahip değil, aksine monoblok bir iktidar yapılanmasının peşinde.

Özerklik dendiği anda milli-devletçi dil hemen ‘vatanın bir karış toprağını vermem’ ezberine sarılıyor.

O toprak senin ilgilendiğin, ekip biçtiğin, koruduğun, kuşuna böceğine dokunmadığın, ağacına bitkisine saygı gösterdiğin, orada yaşayanlarla da, en azından üstlerinde dalgalandırdığın bayrağa hürmeten, milli dediğin geliri paylaştığın bir yer midir?

O karışını vermemek için boydan boya mayınladığın, ormanlarını yakıp, sularını kuruttuğun, kuşlarını kaçırtıp açık bir toplu mezarlığa çevirmeye çalıştığın topraklar karşısında bütün bura milletinin çocukluğumuzun o tuhaf kabus şarkısını durmadan mırıldanmasını bekliyorsun: “Orda bir köy var uzakta. O köy bizim köyümüzdür. Gitmesek de görmesek de....”

Kürtlerin demokratik özerklik talebi, hep birlikte yeni bir dünyaya çalışma çağrısıdır. Demokrasi adına bir türlü atılamayan adımların tökezlediği yeri gösteriyorlar bize. Önce ne dediklerini iyice bir okuyun, kulak verin önce.

Evet, Kürtler kendi hayatları üstünde söz sahibi olmak istiyorlar. Bu talebi bir savaş ilanı olarak okuyanlar, bu toplumdaki körleşmenin öncüleri. Sanki orada süren bir savaş yok. Sanki orada el üstünde tutulan, sevilen, seçilen insanlar topluca zincirlenip savaş esirleri olarak gururla önümüze dizilmediler? Sanki bölgenin her bir yerinde toplu mezarlar kazılmadı?

Barış, bir rüya olmaktan, Kürtlerin demokratik özerklik talebine kulak verdiğimizde çıkacak ancak.

İstikrar bekçiliği, devletin Kürt nüfusu üzerindeki nefret dolu savaş politikalarının sürdürülmesi demektir.

Yeni bir hayata çalışmak elbette zordur. Zalim istikrarı sarsar. Ürkütücüdür. İşte bu yazının armağanı da yine devlet geleneği olmayan, hunharca yok edilmiş Sioux’ların şu bilge duası olsun. Hepimize yarayacaktır: “Büyük ruhlar/ Bana acıyın,/ Dürüstçe kendime bakmama yardım edin./ Hakikat geliyor./ Canımı acıtıyor./ Sevinçliyim.”


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam