03/09/2014 | Yazar: Polat Özlüoğlu

İsimsiz, kimliksiz, cisimsiz bir erkek çocuk cesedi bulunmuş diye fısır fısır homurdanıyordu etrafını saran aç gözlü kalabalık. O ise bir denizkızıyım ben dedi içinden.

Solgun yüzünden suskun bakışlar döküldü patır patır masaya. Kızıl saçları alev gibi yanıyordu akşam güneşinin altında. Asmalar altındaki izbe bir kafede bembeyaz, askılı, eteklerine gelincikler tutunmuş bir elbise ile tek başına oturuyordu. Masada ince belli bir bardak çay, yüzüstü kapatılmış küskün bir kitap, kel bir kalem, içi şişmiş mavi bir defter, ucu ıslanmış bir kibrit kutusu ve sırtüstü uzanmış ince sigaralardan bir paket vardı. Asmaların arasından sızan günbatımı bu çelimsiz, enikonu zayıf, rimelleri akmış, burnu kızarmış kızı başka bir galaksiden ışınlamış gibi gösteriyordu bu ahşap kafede. Kocaman açılan çağla yeşil gözleri kaf dağının eteklerinde toplanan sislerin ardından bakıyordu sanki. O kadar uzaktı yani bu dünyaya. Kirpiklerinde sıraya giren iç çekişler birer birer atlıyordu mermer, soğuk masanın üzerine o baktıkça. Sonra pat diye dağılıyorlardı kafa üstü. Dudaklarının kenarlarında köşe kapmaca oynayan kırık kelimelerin zarfsız olanları da yuvarlanıp düşüyorlardı aynı masanın üzerine. Masa adeta mermer bir mezar taşına dönmüştü. Üzerinde bir fatiha bir de merhumun adı eksikti.
 
Güneş neredeyse sırtını dönüp çıkmak üzereydi kafenin salkım saçak bahçesinden. İçi geçmiş çaydan bir yudum daha aldı. Üzerinde mavi ölü nehirler akan bembeyaz elleri yaprak gibi titredi. Bardağı masaya dökmeden güçlükle bıraktı. İncecik iki bileğini saran solgun, kirli sarı bez parçaları sıkıca yakalamış bırakmıyordu bileklerini. Güneşin çekilmesi ile sanki onun da narin bedeninde akan kan ağır ağır geri çekilmiş, bembeyaz bir mum gibi masada öylece bir sağa bir sola titreyerek oturuyordu. Sürmeli gözleri tamamen açık olmasına rağmen uyuyor gibi bakıyordu. Uzaktan bakan uyurgezer olduğunu bile düşünebilirdi. Yavaşça kafasını kaldırdı. Yüzyıllık uykusundan uyanmış yedi uyurlardan birinin gördüklerine anlam veremeyen boş bakışlarıyla süzdü etrafı. Sonra ağzı kocaman açık, vişneçürüğü kadife dili dışarı sarkan kalın defterine baktı. Hem kel hem fodul kalemi aldı eline. Ucunu beyaz sayfanın üzerine bastırdı ama kalem yazmakta direndi. Zorladı olmadı. Ucunu ağzına yaklaştırıp hohladı olmadı. Sonra diline dokundurdu, tekrar denedi. Ama kalem yazmamaya yeminli gibiydi. Sayfayı neredeyse yırtacaktı kalemin ucunu bastırırken. Sonra bir kaleme baktı, bir boş sayfaya. Kalemi iyice yaklaştırdı yüzüne. Hasetle birbirlerini süzdüler. Kalemi yere fırlattı sertçe. Belki aklı başına gelirdi de yazardı. Kafası gözü dağılınca belki kimin patron olduğunu hatırlayıp ne isterse karalardı. Kalem taş zemine düşer düşmez kel başını örten şapka fırladı, içindeki yaylar havalandı, belindeki kemer gevşeyip düştü. Kız bir süre yere, sırt üstü acı içinde kıvranan kaleme baktı. Hatta bir ayağını kaldırıp kalemin üstüne basmayı düşündü. Kalemin gözleri pörtledi ama hemen vazgeçti. Dayanamayıp eğildi. Yerden aldı kalemi, şapkasını, yaylarını ve kemerini tekrar birleştirdi. Bir iki salladı. Kalemin içi dışına çıkmış neredeyse içinde akan mürekkebi kusacaktı. Ama tuttu kendini. Karşılıklı bakıştılar. Ağzını buruşturdu ikisi de. Kalem önündeki beyaz sayfaya baktı inatla. Kız ince parmaklarının arasında sıktı kalemi, sayfaya dokundurdu. Ama kalem yine yazmadı. Kız yorulmuş, pes etmişti. Kalemi şişman defterin arasına bıraktı. Hızlıca kapağını çarpıp kapattı defteri. Defter suskun içine kapandı, çaresiz bakışlarla kızı süzdü. Kalemin plastik kemikleri çıtırdadı. Ama kırılmadı. Yumdu gözlerini, derin bir nefes aldı, beyaz sayfaya sarılıp kör bir uykuya daldı.
 
Nic’s Little Mermaid / Animal Craft
 
Kız sarmaşık dalları gibi ince uzun eliyle kibrite uzandı, sonra sigaraya. Bir tane çekti paketin içinden. Kibriti kutuya sürttü sertçe, ilk kibritin dili sürçtü yanmadan kırıldı. Bir tane daha aldı eline kibrit çöpünden bu sefer daha dikkatle kutunun kenarına dokundu. Hafif bir duman çıktı ama ateş almadı çöp, için için yandı ve söndü. Bir tane daha aldı bu sefer daha sabırsız, hızla kutuya sürttü, ama çöp ikiye ayrıldı. Kafası yere düştü. Kızın elleri titredi. Gözlerinden muson yağmurları geçti bir an, pembe flamingoların ardına takılıp dolandılar uzun kirpiklerinde ama yağmadılar, dolu dolu uzaklaştılar. Arkalarında serin bir rüzgâr bıraktılar.
 
Kız ince parmakları ile dağılan saçlarını düzeltti. Yanaklarını çimdikledi. Masaya baktı. Çaya uzandı eli. Buz gibi olmuştu. İçmedi. Garsona bakındı ama göremedi. Ellerine baktı, bileklerini kelepçe gibi saran sargı bezine kaydı bakışları. Ne zaman oldu diye geçirdi aklından. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Sonra bir sıcaklık hissetti sağ tarafında, yüzünü döndü. Kocaman kıllı bir el minicik bir çakmak tutuyordu. Kız hemen sigaraya uzandı, işaret ve orta parmağının arasına aldı. Ateşe doğru yaklaştırdı. Sigaranın ucu cızır cızır etti içine çektikçe. Hafif bir kızarıklık sonra dumanlar dağıldı. Kafasını kaldırıp teşekkür etti pis pis sırıtan garsona. Derin bir nefes aldı. Hem burnundan hem ağzından üfledi içinde biriken zehirli dumanı. Yılışık garson pencerenin arkasından hâlâ seyrediyor, arsız bakışlar sektiriyordu uzaktan. Bakışlardan biri masaya düşünce, kız yakalayıp, parmaklarını soktu. Beyazını akıtana, tezek rengi gözlerini eritene kadar içine bastırdı tırnaklarını bakışların. Vıcık vıcık aktı irinli düşler yere de garsonun gözleri pörtledi, sanki hissetmişti aklından geçenleri.
Kaç saattir buradayım acaba diye düşündü. Sağ bileğinde saati yoktu. Bu halde saat takamazdı zaten. Komik geldi bu durum. Nerede bırakmıştı. Anımsamıyordu. Çantası da yoktu. Defterini açtı yeniden, kalem esnedi. Bir gözünü açtı sonra kıçını dönüp devam etti uyumaya. Defter miskin miskin baktı yan gözle. Homurdandı sessizce. Kız içini karıştırdı. Biraz kâğıt para vardı sayfaların arasında. Paraları alıp, masaya bıraktı. Sigarasından bir nefes daha çekti. Dumanı usulca bıraktı. Bir süre daldı gitti dumanın içinde, kayboldu. Ağzı, yüzü, gözleri, kaşları silindi, yok oldu. Düşüncelerin içinde uyudu uyandı. Ardından bir araya geldi yüzü usulca, hepsi yerli yerine oturdu da dumanlar dağıldı. Yüzü çıktı ortaya. Sigarayı yere attı. Hava enikonu kararmak üzereydi. Gökyüzü koyu lacivert bir yalnızlığa bürünmüştü artık. Ayağa kalktı. Defterini, kitabını, sigarasını bırakıp masada kafeden çıktı.
         
Beyazlar içinde hayalet gelinler gibi karşıya geçti. Önünde kapkara çarşaflara bürünmüş anası gibi hışır hışır yerinde duramayan bir o yana bir bu yana koşturan bir deniz vardı. Dalgalar hırçın ama bir o kadar da tehditkârdı. Deniz kıyısına doğru yürümeye başladı. Sonra kaldırımdan indi. Kumlara baktı. Durup ayakkabılarını çıkardı. Sarı kumlara bastı çıplak ayaklarıyla. İçi ürperdi. Tatlı bir serinlik kucakladı bedenini. Dalgaların mırıltısını, martıların ağzı bozuk resitalini, suyun kumlarla dansını, rüzgârın ıslığını dinledi. Eğildi. Eteklerindeki gelincikler kumları öptü o eğilince. Elindekileri yere bıraktı. Parmaklarıyla kumları avuçladı. Sıktı. Sonra eline gelen irili ufaklı taşların büyüklerini ceplerine koymaya başladı. Birkaç dakika sonra iki cebi de taşlarla dolmuştu. Hatta sutyeninin içine de en irilerinden seçip koydu. Her zamanki tahta gibi göğüslerinin yerine şimdi yamru yumru ama kocaman memeleri vardı. Annesi görse ne derdi acaba. Sapsarı dişlerini gösterip, yılan diliyle orospu diye bağırır mıydı yine. Ya babası yine sıkıp eller miydi acaba kucağına alıp. Yoksa rakı kokan nefesini üfler miydi içine. Bilemedi.
 
Elleriyle yokladı. Epey ağırlaşmıştı üstündeki beyaz elbise ama yırtılmamıştı.
Yürümeye çalıştı, birkaç adım attı. Durdu. Bileklerine kaydı bakışları. Sargı bezlerini usulca çekip çıkardı. Eğildi sivri bir taş arandı. Çok geçmeden cellât gibi bıyık altından bakan gri bir tane buldu. Bileklerindeki dikine kırmızıçizgilere baktı. Sonra onları yatay bölen daha derin, daha taze olan diğer çiziklere. Bu çizikleri birbirine düğümleyen sarı uçları kesik ipliklere dokundu. Anasının içini doldurup da yarım yamalak diktiği tavuk karnı gibiydi beyaz bileklerindeki haraşo dikişler. Canı sıkıldı. Ahmet’in mürdüm erikleri gibi bakan kara gözlerini gördü. Kocaman ellerinin bileklerini kavrayışını hissetti. Ellerinin teninde uyuklayan kızarıklıklara, morluklara dokunduğunu, kalın dudaklarıyla morarmış tenini öptüğünü sandı bir an. Ateş gibi yakıyordu nefesi. İçine çekti. Hâlâ sızlıyor, hâlâ karıncalanıyordu bilekleri. Havadan ödünç bir nefes aldı. Önce sol bileğindeki çizgilerin üzerinden geçti gri dilsiz taşın sivri ucuyla. Anasının karnını yardığı ince mor patlıcanlar gibi açıldı bileği. Bir an başı döndü. Nefesi kesildi acıdan. Gözlerini yumdu. Sonra kendine geldi ve diğer bileğindeki çizikleri uyandırıp hortlattı. Yatay ve dikey çizgiler kırmızı iplikler gibi birbirine dolanıp yumak oldu birden. Koyu kırmızı kan, bileklerinde açan laleler misali avuçlarına oradan parmaklarına oradan da kumlara aktı. Sarı aç kumlar, babasının yamuk ağzı gibi hemen emdi akan kanı. Eğildiği yerden kalktı. Zorlukla denize yürüdü. Suya dokunur dokunmaz bir serinlik sardı bedenini. Soğuk buz gibi su hoşuna gitti. Yavaş yavaş ilerledi. Şimdi deniz üzerine üzerine geliyordu. Beline kadar uzanan dalgalar yaramaz çocuklar gibi eteklerinden çekiştiriyordu. Ağırlaşmıştı bedeni. Kesik bilekleri tuzlu suyu içince kana kana, dondu kaldı öylece. Kanı çekildi bileklerinden, inanılmaz bir acı yürüdü tüm vücuduna. Daha önce tattığı acılara benzemeyen yakıcı bir şeydi bu. Buz kesiği gibiydi. Ardından kasıldı, felç olmuş gibi hissetti kendini. Durdu. Bekledi. Acının dağılmasını, bütün bedenine yayılmasını bekledi. Sonra toparladı. Dalgaların arasında yürümeye devam etti. Gittikçe daha zor hareket ediyordu üzerindeki taşlarla süslü elbiseyle. Bir ara boynuna kadar geldi çarşaf gibi deniz. Anası göründü dalgaların arasından. Keçi boku gibi minicik kara gözleri öfkeden içine kaçıp kaybolmuştu kuru yemişler gibi buruşuk yüzünde. Akını devirip bakarken elindeki süpürgeyle tıslayarak üzerine yürüdü. Bir kez vurdu da ikincisini vuramadan kocaman bir dalga aldı da savurdu sinirden, hasetten eriyen kadını uzaklara. Bir adım attı. Babası elinde kemerle dikildi zifiri suyun karanlığında. Çürümüş koca gövdesiyle yüzüstü yatırdı da abanmaya çalıştı üstüne. Boğazına bıçak yemiş beygirler gibi inleyerek çöktü küçük bedenine. Leş kokan nefesi geldi burnuna da kaçamadı altından. Gözyaşları, çığlıklar birikti de içinde diyemeden bir şey, başka bir dalga yetişti aldı pörsümüş adamı üzerinden, fırlatıp kaybetti karanlığın içinde.
         
Bir adım daha attı. Kızıl başı artık suyun tamamen altındaydı. Suyun içinde gözlerini açtı, ağzından kabarcıklar çıktı. Hemen kapattı ağzını. Ahmet uzattı yaba gibi koca ellerini. Tuttu kucakladı. Önce yanağından öptü diken gibi batan sakallarıyla. Sonra ağzını araladı, ustura gibi keskin dudakları ile bir çizik attı, sonra bir tane daha. Kaygan dili ininden çıkan yılan gibi içine aktı. Nefes nefese bıraktı kendini kollarına. Tam gözlerini kapatmışken bir dalga da Ahmet’i aldı götürdü suyun öte yakasına.
 
Tek başınaydı şimdi koca denizin içinde. Başını yukarı kaldırdı. Ay dede vardı tepede. Yorgun çatlamış gözlerle kocaman bakıyordu. Üzerine vuran yakamozlar pul pul parlıyordu teninde. Bileklerinden sızan kan denizin içinde kıpkırmızı gelincikler gibi açıyordu. Bembeyaz elbisesi ile denizkızı gibi hissetti kendini. Herkesin görmek istediği, görenlerin asla unutamadığı, dönüp dönüp bir daha baktığı, âşık olduğu, insanın içine işleyen yemyeşil bakışlarıyla, kızıl saçları beline gelen efsunlu bir denizkızıymış aslında. Öyle dedi içinden. Keşke defteri yanında olsaydı bir tane denizkızı çizerdi. Gülümsedi. Hoşuna gitmişti denizlerin kızı olmak. En son ne zaman gülmüştü acaba. Bilemedi. Sonra dalgalar şiddetlenmeye başladı. Bir akıntı yakaladı bileklerinden dibe çekti hızlıca. İçini dışını, varını yoğunu, elini ayağını teslim aldı. Bir içim su olmuştu şimdi. Ahmet sırıtarak böyle demişti ilk karşılaştıklarında. Bir içim su. Artık karanlığın içinde kaybolmuş, eriyip suya karışmıştı. Ne deli anası, ne ihtiyar babası, ne kem gözler ne de kötü sözler bulamazdı onu. Sonra saçları başından kayıp gitti. Tutamadı. Kızıla boyalı yosun yumağı gibi yitti suyun içinde. Gözlerini kapattı. Yüzmeye çalıştı. Yorulana, kollarını, bileklerini unutana, kalbi sıkışana, ciğerleri patlayana kadar yüzdü. Yüzdü. Daha derinlere ve kollarını açtı, bıraktı kendini koyu lacivert karanlığa.
 
Ertesi gün uyandığında gazetelerle süslemişlerdi yerde yatan bedenini. İsimsiz, kimliksiz, cisimsiz bir erkek çocuk cesedi bulunmuş diye fısır fısır homurdanıyordu etrafını saran aç gözlü kalabalık. O ise bir denizkızıyım ben dedi içinden.      

Etiketler:
nefret