11/01/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Birkaç yıl önce, “Bu bahara, suiistimal edilen Türk bayrağının gölgesinde linç heyecanıyla girdik.

Birkaç yıl önce, “Bu bahara, suiistimal edilen Türk bayrağının gölgesinde linç heyecanıyla girdik. Milliyetçilik, hayatımızın tek sarsılmaz, sorgulanmaz hassasiyeti olarak kan çağırıyor bir kez daha” diye başlamışım bir yazıya.

Sözü kısa kesip yaşananların adını koyalım.
Son günlerde sağcı solcu akil adam ve kadın bildiklerimiz sık sık karşı karşıya oturup devlet sırrının ne tür bir kuş olduğunu tartışıyor ya. İşte linç mevsiminden çıkamayışımızın ardında yatan, devlet sırrı karşısında suspus edilmişliğimizdir.
Her devlet sırrının ardında linçler vardır. Katliamlar vardır.

Askeri vesayet TC tarihinde ilk olarak sorgulanıp sıkıştırıldığında ‘tek parti sultası-sivil dikta’ korkusunu keşfedenler, devlet sırrının da olmazsa olmazlığından dem vurup devletin kendini savunma refleksini yüceltiyorlar. Devlet sırrı diye saklanagelen her dosyanın, TSK sorgulanır olduğundan beri, devleti koruyacak yegâne palamar olduğuna inanıyorlar çünkü.

Evet. Temcit pilavına dönse de yılmadan tekrar edeceğiz.
Bu toprakların düşünce tarihinde belirleyici olan, kendini sunma konusunda zamanlama-katmanlanma farklılıkları olmakla beraber hemen her görüşün saçağı altında buluşuverdiği milliyetçilik inşaatıdır.
Açıkça ırkçı faşist söylemin dolayında örgütlenenlerin karşısında hep onları insanlığa davet eden ‘gerçek milliyetçiler’ olur. Onların da milli menfaatler konusundaki kaygılarının dışavurumu pek farklı değildir. O ‘gerçek, insani milliyetçiler’, o menfaatlerin tehlikede olduğunu sezdiğinde meydanı usulca diğerlerine bırakır.
Daha vahşi, daha gözü kara olanlara boyun eğme, onların suyuna gidecek tavra bürünme konusunda bu kadar ustalıklı bir halk daha bulabilmek epeyi güçtür.
Milliyetçiliğin, bir zamanlar şirin bir reklam kampanyasıyla üretilmiş sıfatıyla, ‘pozitif’ olanı, faşizmin kıyıcılığına, toplu mezarlar ortaya çıkana dek göz yumanlarınkidir.
Onlar,  suikastçı bir ülkücü tim olsa da Türk’e dokunulduğunda içi yanıp kıyamet koparanlardır.
Onlar, Kürt meselesini, Türk ve Kürt milliyetçiliğinin çatışması olarak özetleyip tarafsız kaldığını ilan edenlerdir.
Onlar, on yıllardır serpilip devleşmiş milli hassasiyetin sözcüleri olarak ister ‘tescilli putkırıcı’, ister ‘mazbut demokrat’ olsunlar, katliam girişimleri karşısında bile ‘hırsızın suçu’nu sorgular. Memleketini çok seven, ne kadar eleştirse de yabancıya toz kondurmayan şirin gönül insanlarının ülkesinde linçsiz bir bahar zor gelir.
Arkasından teneke çalacak değilim. Kahraman süpermarket Ertuğrul Özkök’ten söz ediyorum elbet.

Kendisiyle ikbal döneminin en şaşaalı günlerinde itişip kakışmışlığımız vardır. Şimdi de köşesinde aynı performansı sürdürüyor nasılsa. Nitekim çocukluğunun komşu çingene mahallesini anlatan şirin-nostaljik Çigan havasını Selendi’de gözümüzün önünde cereyan eden linçe bağlayıp önce teessüflerini bildiriyor. Yazısının sonunu da şöyle bağlıyor: “En tehlikelisi de, bir toplumun hâkim unsurunun, kendini ezilmiş hissettirecek duygulara kapılmasıdır. Türkiye bugün işte bunu yaşamaktadır. Aman dikkat...”

Bu bağlamada, hassasiyeti incinen çoğunluğu anlamaya yönelik bir uyarı var yine. Büyük yazar daha önce de Hrant’ın katillerinin hassasiyetini işaret etmiş, onlara kulak vermenin elzem olduğunu belirtmişti.
Nedense bir türlü anlaşamadığı Başbakanı da birkaç yıl önce Trabzon’daki linç kalkışmaları hakkında, tabii biraz daha hoyrat tonda bir konuşma yapmıştı.
Başbakan Erdoğan’ın Trabzon’daki linç girişimi sonrasındaki o demecini asla unutmamalı, ne kendisine, ne yandaşlarına unutturmalıyız:

“Özgürlükler ve demokrasi kimsenin kötüye kullanamayacakları kadar yüce ve evrensel değerlerdir. Trabzon’da olan olaylarda, tabii ki halkımızın hassasiyeti çok ama çok önemli. Halkımızın bu hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak herkes kendi tavrını belirlemelidir ve halkımızın bu milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, şüphesiz ki bunun tepkisi farklı olacaktır” diye başlayan demecini.

Özgürlükleri ve demokrasiyi kötüye kullandığı söylenen taraf, linçten kurtarılan gençler. Onlar bildiri dağıtma hakkını kullanarak bu affedilmez suçu işlemiş anlaşılan. Oysa hatırlatmaya gerek var mı; bildiri dağıtmak, suç değildir. İçeriğinde suç unsuru taşıyan bir şey varsa savcı soruşturma yürütür ve dava açar. Halkımın hassasiyetine dokunursan işte böyle olursun, anlamına gelen gözdağı yeterince açık.

O zaman sormuştuk: “Hapishanelerde neler oluyor, bilmek hakkımız.”, “Tecritte ölüme son” diye slogan atarak bildiri dağıtan bu beş gencin bayrak yaktıkları, Öcalan posteri açtıkları yalanıyla karşımıza çıkan Trabzon Emniyet Müdürü, oynadığı oyunun farkında olmayabilir. Lâkin bu memleketin başbakanı, linççi halkının sırtını sıvazlarken olası katliamların yolunu açtığını düşünmüyor mu acaba? Binlerce insanın gözü dönmüş katillere dönüşüp kendi ilkel hukukunu uygulamaya koyma çabası karşısında saygı duruşuna geçerken kendisini uyaracak bir kişi bile yok mu?

Başbakanımızın demecinin Türk hukukuna tercümesi: Linçten kurtarılan beş kişi “Slogan atarak halkı güvenlik güçlerine karşı kışkırtmaya çalışmak, toplumda infiale yol açacak davranışta bulunmak, görevli memura mukavemet, saldırı ve (sıkı durun) sokakta bulunan vatandaşı darp etmek” suçlarından tutuklandı. Linççi kalabalığı kışkırtan-yönlendirenler hakkında da sonuç alınmayacağı neredeyse kesin bir çalışmanın başlatıldığını işittik.

Yakın zaman önce zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah da bir linç girişimini, ‘Vatandaşın güzel tepkisi’ diye adlandırıyordu. Kısacası, memleketimizde, linç edilmekten vatandaşı koruyabilecek güvenilir hiçbir mercii görünmüyor. Çünkü yaygın vatandaş tanımı linçe uğrayanları dışta bırakıyor. Vatandaş olan, linççiler.
Linç edilenin kimliğine bakmadan linç hakikati üzerine söz üretebilen, linç vahşeti karşısında durabilen pek az insan var kısacası.

Selendi’de yaşanan Romanlara yönelik linç kalkışması, Edirne’de Temel Haklar Federasyonu üyelerine yönelik linç kalkışması, hemen her gün Anadolu’nun bir yerinden yükselen linç çığlıkları karşısında yazılmış bir yazıdan alıntı yapacağım.

Nedense Erhan Goloğlu müstear ismiyle yazan has şairin mükemmel özeti:

“Kalabalık bir grubun, arasına aldıkları birini hallaç pamuğu gibi atması, sizde hangi tarafın haklı olduğuna dair bir merak uyandırır mı?
Eğer uyandırırsa, benim faşizm testimden geçemediniz, kusura bakmayın.
Merakınızı gidermek için yaptığınız bir küçük araştırmanın sonunda, arada kalmış olanın, Allah’ın belası bir zalim, mesela cinsel tacizci biri olduğunu öğrendiğinizde, içiniz ferahladı mı? Henüz hiçbir linçe karışmamış olmanız sizi rahatlatmasın. Sizin aynı güruhun arasında olmamanız, tamamen bir şans eseridir.
Peki, o saldırganların tavrını doğru bulmadınız ‘ama’ sizce adalet de yerini buldu. Böyle düşünüyorsanız, çok daha acımasızsınız. Söylemek zorundayım.
1000 kişilik bir grubun bir avuç insanın evini taşlamasına, yakıp yıkmasına bakarak, içinde ‘ama’ olan bir cümle kurmak, hangi cümle olursa olsun, tam bir vahşet örneğidir. O cümle, çok daha acımasız bir vahşetin ifadesidir.
Roman yurttaşlarımızın Selendi’de maruz kaldığı linçe dair ‘Tasvip etmiyoruz ama...’ benzeri bir lafı kimden duyarsanız duyun, linçin bir faili de odur.
Nerede olursa olsun, linçten, lincin aleti olanlardan çok daha fazla sorumludur.”

Devlet sırrı, Hrant cinayetinin de Mumcu ve daha binlerce cinayetin de gerçek faillerinin adresini gizlemek içindir.
Devlet sırrı, linç kalkışmalarını örgütleyip yönlendirenlerin, memleketi linç edilmeyi hak edenler ve etmeyenler diye ikiye bölenlerin maskesidir.
Devlet sırlarının varlığını meşrulaştırmaya çalışan ‘makul’ eşhasın, çoğu farkında olmasa da, elinde taş, sopa, döner bıçağı var.


Etiketler: insan hakları, nefret suçları
İstihdam